Ahmet Uysal Söylencesi
Ahmet Günbaş (Kurşun Kalem, Eylül-Ekim 2011, Sayı:13)
3 temmuz 2011’de ani bir kalp kriziyle aramızdan ayrılan 1938, balıkesir doğumlu ahmet
uysal’ın ilk şiiri, nedret gürcan’ın yönettiği şairler yaprağı’nda (dinar, 1954) çıkar. savaştepe
ilköğretmen okulu’nun duvar gazetelerinde yazdığı ( öğretmenlerince de başarılı bulunan ) şiirleri
okul çapında ödüller alır. 17 yaşındayken kitap çıkarmak ister; ancak bizzat okulu ziyaret eden cahit
külebi’yle konuştuktan sonra bu isteğinden vazgeçer.1965’e değin kendine çekilir. yeniden şiire
sıvandığında, ilgaz dergisinde sık sık ‘ayın şiiri’ni paylaşır. ancak ilerleyen süreçte, ses olarak
dönemin belgici toplumcu mekanik şiiriyle bağdaşamaz. 1970’lerde yeni dönem, türk dili, oluşum,
dönemeç, sesimiz, türkiye yazıları, militan gibi dergilerde tek tük şiirler yayımlarsa da göze batmaz.
henüz vardığı bireşimden mutlu değildir. bu arada, mapusane şiirleri antolojisi ’ni ( 1) hazırlar.
1975’den sonra önceliği çocuklara verir. çocuklara öykü (1975, 4 sayı) adlı bir çocuk dergisi çıkarır.
şiirin yanı sıra eleştiri, deneme, tanıtım ve öyküler yazar. çeşitli türde 120’yi aşkın çocuk kitabına
imza atan uysal, ancak 1986’dan sonra şiirle içli dışlı olduğunu belirtir. o ana değin ses getirmediği
gibi, üslup olarak farklı bir yerde durmuştur. arayışlarını yoğunlaştırır. deyim yerindeyse tanımsız bir
şiir sağanağına tutulur. dergilerle ciddi ilişkiler kurar. 1994’den itibaren ölümüne değin şiiri yaşam
biçimine çevirerek, 15 yıllık zaman diliminde, (biri e-kitap ) geride 6 yapıt bırakır. şiir okuruyla
buluşan sularla (2),uzak yazlarda (3),acının gümüşü (4), şiirtüven (5), eylül ebruları (6), sonsuz ve
uzak’la (7), dilini ve duyarlığını perçinleyen bir şair olarak adından söz ettirir.
uysal’ın onca beklentiden sonra meyvelerini veren yoğunluk anlayışı, ilk yapıtındaki sana
ne söylesem ömrüm şiirinde sözünü ettiği sözünü ettiği, “güz geldi ah, güle ne söylesem / sana ne
söylesem ömrüm / toparlan, kanınla katıl haydi / kalan ömrünle, kanayan yanınla / bir yoğunluğa
koy günlerini” (s/s:23) düşünceleriyle eşanlamlıdır. şiir, yoğunluğuna yaşanılan bir şey olmalıdır.
nahit kayabaşı’nın hazırladığı ahmet uysal’la bir yaz günü (söyleşi) (8) yapıtında da belirttiği
üzere, gerçek şiiri kavramak için sabırla beklemiş, geniş ölçüde yaşanmışlığın küllerinden yararlanma
yolunu seçmiştir. sık sık kullandığı ‘güz’ imgesi yaşanmışlığın tam karşılığıdır. kendi buluşuyla güz
hüznünü ölçen ‘acıölçer’in kırgın sesiyle şiirin eşiğine ulaşmıştır. biraz geç de olsa (ki ilk yapıtı
sularla’yı yayımladığında 56 yaşındadır), uysal, bu sabırlı arayı şöyle değerlendirir:
“mumdan da olsa kanatlar takınıp uçmak istiyordum. bu nedenle uzun yıllar ertelemiş
oldum şiirimi. ama kendi köşemde gizli gizli şiirler yazdığımı da itiraf edeyim. dosyalar dolusu
yazdım.” (aubyg/s:13)
buradaki ‘uçmak’ fiili sesine uygun lirizme işaret ettiği gibi, üslubuna erişmedeki
güçlükleri, sıkıntıları da anlatır. bu, aynı zamanda yaşamla özdeş bir şiir aidiyetini dile getirir ki,
“yurdun neresiydi senin / ey rüzgâra bürünen göçebe” ( s / s:8) sorusunun anlam katmanlarında
tutunamamanın acısına tanık oluruz. sanki yaşamla şiir birlikte savrulmuştur.
uysal’ın, şiirin tanımı hakkındaki görüşlerini irdelersek, yolunu nasıl çizdiği konusunda
önemli ipuçlarına ulaşırız. has şiire varmak için, insana özgü yara izlerinin izlenmesi gereğini itiraf
eder:
“edebiyatta bütün tanımların yetersiz olduğunu anladım. her şair her gün yeni bir tanım
ekliyor şiire. şiir, yaralı insanın ardından bıraktığı izdir. bunun ateşiyle tutuşur hayat. şiirin tanımı
şiirlerden çıkarılır. benim sözlüğümde yaz sıyrığı bırakan aşktır şiir. külünü düşüren yaz ırmağıdır.
bir pazar sabahının yağmur ıssızlığı, rüzgâra giden yol ırmağıdır. parlak sözler, boş sözler yakını
değildir şiirim. muhalif ve aykırı olma hakkını her koşulda saklı tutar. hiç kimse, hiçbir güç
aldatamaz onu.” (a.u.b.y.g. /s:56-57)
etkilendiği şairlerin başında cahit külebi gelir. öncesinde halk şiirimizin saç ayağı sayılan
yunus emre, karacaoğlan ve pir sultan abdal’ı özümsemiş, anonim şiire büyük eğilim duymuştur.
özellikle yunus emre adı, yalınlık dersinin baş okutmanıdır. külebi’yle birlikte behçet necatigil,
sabahattin kudret aksal, cahit sıtkı tarancı’yı başucu şairlerinden sayar. nâzım hikmet’i de
simanvna kadısıoğlu şeyh bedreddin destanı ’nıyla açığa bireşimci ve ağırbaşlı yanıyla değerlendirir.
zamanla etkileşim ortamına cemal süreya ile ceyhun atuf kansu dahil olurlar. her ikisi de taşkın
lirizmleriyle fazlasıyla etkiler uysal’ı. kansu, “kuru otların sesi”ni getiren bozkır lirizmiyle
yaklaşırken, süreya da, sevda kokulu duyarlığı ve kendine batan incelikli ironisiyle ilgisini çeker
şairimizin. bunlar arasında zikredilmesi gereken – söylenmemiş olsa da - bedri rahmi eyuboğlu adı,
güzellemelerden yansıyan bir yaşama sevinci olarak kendini belli eder. sonuçta sevişir gibi yazılan
öpüşken bir şiir çıkar karşımıza.
yanma faslında hafız, mevlâna, fuzuli, şeyh galip gibi lirik divan şairlerinin etkisi olduğu
da açıktır. ancak odaklandığı biçem halk şiirinin etkisini taşır. zaman zaman gazel tarzına koşut
ikiliklerle yazar.
uysal, şiirin eşiğinde şiir coğrafyasını da önceden işaretlemiştir. bu, bilinen adıyla kaz
dağları, tarihsel konumuyla ida’dır. yazacağı şiirin köklerini yazılı tarihle bir tutar. oluşturacağı şiirin
altyapısı, uygarlıklar kültüründen beslenmelidir çünkü. homeros’un ilyada ile oyssseia’sı, troya
trajedisiyle onu dönüştürmeye hazır iki dev yapıttır. daha doğrusu konuşlandığı coğrafya, tarihsel
derinliğiyle ilgisini çeker uysal’ın. dolayısıyla homerik metinlerden süzülen troya hüznüyle yaşıt
anadoluluk bilincidir sürekli kazıp durduğu. sessiz, içten bir yürüyüştür bu:
“bekle beni diyor sessizlik, bekle
o unutulmuş hitit gecesinden” ( s/s:17)
yazılı tarihe yönelik ilgi çemberi, “yitik kentlerin sesi” (s/s:26-27) olarak son sığınak
(s/s26-27) şiirinde belirtildiği üzere, maya surları, zimbabwe tapınağı, nil’deki yamuk piramitler’e
değin uzanır.
temelde mitolojiyle kucaklaşan bir şiirdir uysal’ın dizeleri. onu, çağdaş metropol
ilişkilerden uzaklıkla suçlayan anlayışa göre, mitoloji-şiir ilişkisi boş bir avuntudan ibarettir. genelde
şiirimiz, mitolojik ilişki açısından fakirdir zaten. mitolojiyi belirleyen insan öznesi gözden uzak
tutulur. ida çevresini mitolojisiyle işleyen şair sayısı ise bir elin parmaklarını geçmez. (bunda ulusal
bilinci ilgilendirmeyen mitolojilere sahip çıkmama eğiliminin de payı vardır) melih cevdet anday
(troya önünde atlar), mustafa seyit sutüven (sutüven), ömer bedrettin uşaklı (sarıkız mermerleri)
adlarının çok üzerine koyabiliriz ahmet uysal’ın şiir emeğini. o ki yapıtlarının tümünde ida’yla içli
dışlıdır. tümüyle ida damarlıdır ve her şiir birbirini ilgilendirir. ida etkisi fonda değil, bizzat şiirin
yapıtaşında, özsuyunda, tinselliğindedir. tıpkı homeros’un sözünü ettiği “bin pınarlı ida” gibi
salkım saçak ıslaklıktadır hamuru.. uysal da “ida sözlüğü” oluşturacak denli vurgundur coğrafyasına.
hayal gücüyle zorladığı “eski evlerde unuttuğun / kırık bir testiydin sen” (uy/s:21) arayışının
ekseninde, günceldeki gelir geçerlikten ayrılarak, ‘eski’nin içinde süreklilik arz eden yeni’in peşine
düşer. söylenceler yumağından çözülen erdemi, yanı başındaki tarihsel kalıtın zenginliğiyle birleştirir.
şiiri bu açıdan bir gizeme bürünür; arayışlarının ardı arkası kesilmez:
“troya taşları arasından
şiire açılan zamana
düşürmüştü mor dikenini” (ag/s:32)
“zeus altarı’na sunaklar sunarak
ulaşıyordum o uzak ormana” (ag/s:59)
kimi kişileştirmelere bakılırsa, ida coğrafyasının en başta bitkisel örtüsüyle şaire bağışladığı
zenginlik şiirini de harekete geçirmiştir olmalıdır:
“ida geriniyor
tutkuyla
kızıl koynunda ege’nin” (ş/s:53)
uysal, şiirini esnek bir söyleyişe büründüren ‘su’ imgesi için “yaşamın karşılığıdır”
(aubryg/s:23) der. onun, omurgadan saydığı kimi sözcüklere şifreler, tılsımlar yüklediği; suyun
yanında ‘rüzgâr’ı da vazgeçilmez iletişim aracı olarak kullandığı bilinir. bu açıdan şiirinin açarı
olabilecek durumları bilmekte yarar vardır:
“rüzgârı öpme vakti, benim şiirimin yükselen haz noktasıdır.(…) rüzgârı öpersen dil nehrini
geçer ve şiiri bulursun.” (aubyg/s:33)
“temmuz benim için vazgeçilmez bir imgedir.” (aubyg/s:25)
aynı şekilde ‘güz’ imgesi bir hüzün topudur gibi tüm acıları sinesinde barındırır. hüznünü
nasıl kullandığını görmek için ‘güz’le geliştirdiği sözcüklere bakmak gerekir. bir yerde acıyı yontma
sanatıdır sunduğu. güz, tüm varlığımızdan süzülmüştür neredeyse. bu yüzden yüreği ören yerine
dönüşmüştür. buluntularını özenle saklar ve yorumlar. güzle ilişkisindeki akıttığı teri görmek için,
güz yeli, güz sokağı, güz ipliği, güz görümlüğü, güz savrulması, güzevi yalnızlığı, güz tartımı, güz
sözlüğü, güzaltı, güz çıkmazı, güz kırımı, vb imge derinliği taşıyan sözcük ve tamlamalara yüklediği
işlevlere bakmak gerekir. sık sık sözünü ettiği ‘tartım ’ ve ‘ölçer ’ gayretleriyle, acıyı kristalize eder
biçimde ‘güz’ü anlamaya çalıştığı gözlerden kaçmaz. şiir ilmeği’yle dokuduğu güzdeki sözdüşü’dür
hep.
yaz’la çoğalan yaz ırmağı, yaz gömleği, yaz sıyrığı, yaz bürümcüğü, yaz kucağı, yaz yıkımı
vb yakıştırmaların, yaşanmışlıkla uyumlu çağrışımları vardır. ancak uzaklık ve yakınlık kavramlarını
nasıl değerlendirdiğimize bağlıdır her şey. yeni başlangıçları hep ‘nisan’la anılırken (türküsüz
geçmede nisan günleri, s/s:21), delice savrulmaların dökümü ‘uzak yazlar’dan bilinir. yazla gelen
acılardır güzde biriken. yazlar hem çekici, hem netamelidir. “temmuz bir iç kanamadır” (uy/s:29)
çoklukla. her şeye karşın yazlar, -uçurum kıyısı hesabıyla- ‘düş süzgüsü’nden geçerek yaşanır. ay
sürçmesi, ay yolu, ay uykusu, ince otlar aralığı, rüzgârın ipeği, su parıltısı vb soyutlamalar, yazdan
kalma ‘acıötesi ’ avuntulardır. bir yerde dirimle ölüm içi içedir uysal’ın şiirinde. doğasal gözleminde
ne varsa, şiirinde de o vardır. insanlar ve bitkiler gibi yeşerip sararan organik bir şiirden yanadır o.
taşını toprağını okuyarak varır anlamın derinliğine. “taş şiirdir ve unutmaz / iz bırakır” (uy/s:12)
saptaması geçmiş zamanlara göndermede bulunur. zaten başka türlü ele geçmez ida’nın tinselliği. onu
konuşturdukça gizemine yaklaşılır.
az önce sözünü ettiğimiz ‘kırık testi’ metaforu, ilk yapıtından itibaren olmadık yerlerde
karşımıza çıkarak tarihsel eksenden kesitler taşır. bazen bir çocuk, bazen bir sevgilidir onu imleyen.
bazen de testinin hamurunu biçimleyen usta ellerin derinliğinden tılsımla söz eder. evlerde unutulan
kırık bir testi olmanın kederi, testinin yitik parçalarıyla ait olduğu zamanı akla getirebilir. testide
kalan suyun parıltısının doyumsuz bir anı çağrıştırması yanında, kırıklarıyla başlayan boşluğun
bellekte yarattığı domino etkisi, aşk meselinde masum bir bağlılığı işaret edebilir. kırılmayanda kalan
‘duru zaman’la birlikte daha çok yitik parçalardır sorgulanan. ‘kırık testi’ye doğrudan belleğin
kendisidir diyebiliriz:
“kırık testide iz bırakan
büyük ustalık oradadır” (ag/s:23)
“sen ki bir sözdüşüydün
ulaşan en eski aşklara
kırık testimde biriken su
ilk yazılı taşı söylencemin” (s/s:7)
uysal’ın aşk anlayışı da kuşkusuz hatırnaz bir derinliğe sahiptir. bu, öyle bir derinliktir ki
bize birkaç sözcükle çağ atlatabilir. sularla kitabında yer alan “sürüp giden bir çağdır aşk” başlığı
bizi tümüyle haklı çıkarır. örneklemek gerekirse, “alacahöyük memeli ana tanrıçam / küçükkuyu’da
çapkın sepetçi çingenem” (ş/s:15) söyleminde; kadını, aşka yönelik tapınç içinde bir araya getirir.
sevgiliye tapıncı güçlendiren her şey, güzellemeleri de köpürtür; gelmişiyle geçmişiyle dünyaya özgü
kılar. sözgelimi “kireçtaşı katmanı kırk odalı evim / beşbin yıllık papirüsüm, sevgilimsin ” (ş/s:15)
dendiğinde, ilişkilerin boyutu genişler, anlamı çoğalır. hem de öylesine çoğalır ki insan bir aşk tapıncı
içinde bulur kendini. üstelik kadını anıştıran değerlerle, onun aşktan ve insanlıktan koparılmış
durumunu yansıtan ‘uzaklık, ıssızlık, gölgelilik’ gibi belirlemeler, eskiliğin yerine geçen
değerbilmezlikle bizi düşüncelere yönlendirir:
“kızılağızlı kadınım, uzak ırmağım,
deyrul zafaran avlum, ıs/sızım
gölgeli mardin ara sokağım
mor esahya manastırında bulduğum
uruk kalıntısı kırkı tabletim” (ş/s:77)
doğallıkla mistisizmin karıştığı bu eskilikte uysal, o kırık tableti yine ida’da, troya
önlerinde bulur. afrodit’le hera’nın kutsallığını geride bırakan biricik helena’sı, ayakları yere değen
bir kadınlık destanıdır. eylül ebrularında yer alan yaz sonu tabletleri’nde, helena’yla birlikte antik
kentleri gezeriz. bu, aslında bir söylenceyi gezdirmektir şairin dilinde. ki “ah helena, benim büyülü
söylencem!” (ee/s.14) dizesi, helena destanının özü olsa gerektir. ki o büyüde geleceğe özgü iletiler
gizlidir:
“şimdi çok geç, bu mermer parçası
kalsın ikimizin aşkında geriye,
yok edilmiş şehrimizden, yedi kez
yıkılıp yakılmış o troya’dan
bir de senin güzelliğin kalsın,
aşkla yaşamayı seçen insanlara!” (ee/s:15)
çünkü uysal, bir şiirinde çocukların aşkla eğitilmesi gerektiğinden hareketle, “aşkla
korunur inandım buna, / bir ülkenin tam bağımsızlığı” (ş/s:42) gibi ayrıksı bir sonuca varır. ayrıca
derinlik yoklamasında kırık testisi ‘kırık tabletlere’ dönüşürken, kırık tabletlerin her biri de kadınlık
anıtı olan “tanrıça sanıp ardından gittiği” (s/s:36) ‘yaşlı kadınlar’a dönüşür. zaten güzel kadınlar
toplamıdır sürekli yüceltilen. helena, çıkış noktası, omurgası, kanı canı, ideal ölçütleridir bu göz alıcı
güzelliğin.
sevgiliyi kentiyle ilişkilendirmek, salt helena-troya ilişkisiyle sınırlı kalmaz; sevgili her
zaman kentine yakışır ve yaşama dirim katar. yokluğunda yıkımlardan yıkım beğenilir:
“ayvalık’ta aradığım yüzün
bir günbatımıdır bergama’da” (s/s:35)
“sisli şehirler bıraktın bana
erken ölümünü kuşların” ( uy/s:59)
bazen de yaşanılır bir kenti aramak aşkla eşanlamlıdır:
“aşk yerine geçecek
bir şehir bıraksaydınız bana” (ag/s:15)
yeri gelmişken kent-şiir ilişkisine nasıl baktığını da irdelemekte yarar vardır sanırım. çünkü
uysal’ın şiiri, konup göçtüğü kentleri aşkları ve dostluklarıyla birlikte çok özel dizelerle anan bir
şiirdir. ida eteklerine yerleşene değin seyran eylediği yozgat, ankara, bursa, izmir gibi kentlerle
kapadokya bölgesini geniş şekilde görebiliriz şiir serüveninde. özellikle bursa denince akan sular
durur. öyle ki “bursa rüzgârına sarın beni” (ag/ s:13) diyecek denli kendinden geçer ipek kenti
aklına düşünce. öğretmenliğinin çoğu, aşkı, mahfel’de soluklanan şairliği, bursa’da kök salmıştır
denebilir. “bursa’da sisli bir sokak / kapılırım giderim büyüsüne” (s/s:28) noktasında geçmiş zamanı
besleyen her yapı ve buluntu, çınarlarla, erguvanlarla karışık bir duyarlıkta karşılığını bulur uysal’da.
an gelir, sevgilinin küskünlüğü “bir kaşı eğik bursa ikindisi” olur; an gelir, ömrünü çelen kent
hatırına unutmalarla boğuşur.
kıyıda köşede bekleyen bursalar dolusu şiirler yanında, “sağ çıktığım öldürücü aşklar gibi
güzel / izmir’de yağmurlu geceler” (ag/s:50) ile “bulvarda şiir okur, sokaklara sığınırdık / parklara
usulca kar yağardı” (ag/s:69) şeklinde altını çizdiği izmir ve ankara şiirleri tümüyle yaşanmışlık
kokar. kapadokya günleri ise şarap ve çömlekle açıklar kendini. üzümün kanı ile ellerin hüneri özenle
biçimlerler zamanı. öğrendiklerini “hiçliğin felsefesi” ile birleştirerek bozkırın gizini çözmeye çalışır.
“uçhisarla ortahisar arasında”(ş/s:76) arasında uçan “algın bor güvercin”, kanadında “algın
sözler” taşır gizillerde yankılanan.
sözü yine aşka getirirsek; ıslaklık, aşkın başlıca belirtisidir, diyebiliriz. sutüven’in
değiştirimiyle ortaya çıkan şiirtüven, belki de bu ıslaklığın şiirsel sesidir. sevgili gelir kuraklık biter;
sular seller içinde kalınır. bu yüzden yağmurlu kentleri de çok sever şair. ama sevgilinin ıslaklığı
sanki yeni bir doğumun belirtisidir:
“sularla gelirdin bana
saçlarında sağanak seli” (s/s:33)
“gizli yeraltı karızım
oldun akıttın o saklı
suyumu be kadın” (ş/s:63)
kadın, salt ‘su’yu imlemekle kalmaz; doğanın her türlü varlığını taşır. yerine göre “kolunun
kumtaşı kokusu”nu bırakır, yerine göre “bin bir bitkisiyle” yaklaşır sevdiğine. şair, yine ida’yı adres
gösterir “bindallı dağımsın, tanrıçam / bölünmüş yürek parçam” (ş/s:39) seslenişindeki
güzellemesiyle. kadınla yoğrulan şiir öyle bir noktaya varır ki, “görmeyen kalmadı, yadsıma:/ her
gece kumsalda, göğsüne / ay ışığı sürdüğünü” (ş/s:35) soyutlamasıyla en mükemmel şiirle boy
ölçüşür. tapınç sürecindeki esriklik; arzu, yanmak, erimek, pişmek gibi eğilimlerle an gelir tasavvufta
bulur anlatımını:
“kızılca kıyamet çilehanesi
tenim orda özüyle ölesi” (ee/s:51)
“hangi kadın?” sorusunu ise, “zeytinyağı kokusu / bırakır ardında / alınları / yalbırdayan
kadınlar” (ş/s:44) açıklığıyla yanıtlar şair.
uysal’ın, bildiri havasından sıyrılarak saklı tuttuğu karşıtlığı, ironik anlamda ‘öteki’ye
dokunan sevgiyle mayalanmış insancıl bir tutum izler. gördüğü, gösterdiği engeller/olumsuzluklar,
şiirin kiri olarak yansır aynı zamanda. öncelikle baş eğmez bir doğa savaşçısıdır. doğasal ve tarihsel
güzellikleri yağmalayan, “zalim karanlık” adını verdiği çapulcu anlayışa kendi dilince meydan okur;
ırkçılığı, ayrımcılığı, can kırımcılığı yerden yere vurur. sivas acısını –yanmanın sürekliliğiyle- çok
özel bir yere koyar:
“yüzyılın kirli ayağıdır
yıkanan
ıssız bir ayazmada” (ag/s:16)
“siyanür buğusu üflendi
zeytinime pamuğuma
gümüşle kör edildim” (ş/s:21)
“gâvur izmir’e geldim ki
tez vakit ben de gâvur olayım” (ş/s:81)
“bozkır yangını da neymiş ‘madımak’ta
haddeden geçti sözcüklerim, yana yana kaldım” (ş/s:82)
yüzü ege’ye dönük bir şairimizin en büyük özelliği ise ‘barış adamı’ olmasıdır. türk-
yunan dostluğunu kıyılara yapışık derinliğiyle ölçer. her fırsatta, bir arada yaşama kültürünün temel
göstergesi olan ‘paylaşım’ duygusunu öne çıkarır. sınırtanımaz özelliğiyle elini bir zeytin gibi uzatır
“uzak sevgili” midilli’ye. sapho’nun midilli’si (daha doğrusu lesbos’u), zeus altar’ından
bakıldığında “aşk adası ” gibi görünür ona.midilli uğrak yeridir zaten şiirinin:
“assos’la midilli’nin
bir zeytin dalı
uzatımıdır arası” ( ee/s:58)
dahası, şiire toz kondurmadan, mübadeleyle el değiştiren emaneti gönül alıcı biçimde teslim
eder sahibine:
“a be hristo
diktiğin zeytinin yağı
benimse, senindir ağacı” (ee/s:58)
uysal’ın eşyayı okuyan özelliği burada da karşımıza çıkar. zeytin körfezinin taş evlerinin
hüznünü iki dilli yaklaşımla çözmeye çalışır:
“tanığımız olsun
taş evlerin iki dilde
söylenen ezgileri” (ş/s:54)
ne var ki tüm ezgilerin kaynağı yine ida’dır. büyük olasılıkla su perilerine benzettiği şiir
perilerinin şiirini ipek kıvamında ezgili kıldığı bilincindedir:
“ipekten ince olsun dili,
idalı ecemin;
sularından saydam olan
söylediği ezgiler …” (ee/s:5)
empati, şiir dostluğunda da kendini gösterir. yerli-yabancı fark ettirmeden, duyarlık ortağı
şairleri, şiire yakışır biçimde saygınlıkla anar. örneğin ceyhun atuf kansu’nun gülü bozkır toprağınca
gülümserken, azer yaran ile yesenin’e uzatılan yasemin dalı da iki şairin, yaseminle özdeş doğal
kokusunu/yakınlığını anımsatır:
“bir dal yasemin
uzatıyorum ida’nın eteğinden
azer’e ve yesenin’e” (ş/s:40)
uysal’ın her yapıtında, ölüsü dirisiyle, sevdiği şairlere özgü bu tür saptamalar bulabilirsiniz.
çünkü onlar, “şiire yetmeyen zaman” içinde ‘onlar divanı’yla anlatılacak çok değerli kişilerdir.
özellikle şiirine akraba şairlere ayrı bir özen gösterir. sağlığında, ida eteklerinde onlar’la birlikte
“şiirin sofrası”nda sürdürdüğü şiir etkinliklerinin hazzını hiçbir duyguya değişmez:
“ida’nın zeytin dallarında savrulan
söz hevenkleri değil miydi aşklarımızın tanığı” (ees:21)
onlar ’ın varlıklarıyla onurlanır, şiir dostluklarını yere göğe sığdıramaz. kimi zaman erken
giden bir şaire - yanlış zarf örneği- hayıflanarak tanrıya çıkıştığı olur. zaman şiire yetmese de,
herkesin aynı şiir zamanını kullanması diler gibidir.
şiiri tanımlamanın zorluğuna değinen uysal’ın şiir anlayışını, aşk anlayışıyla
bağdaştırabiliriz bir bakıma. şiiri de aşk gibi ıslaklıktır alabildiğine. “lirik dizeler bulursun / çünkü
sesinde suların” (s/s:41) derken, doğal ki yine ida’yı işaret etmektedir. ida’dan öğrenmiştir ne
öğrendiyse!.. kaldı ki öğrenmeyi ertelemeyen bir süreçtir bu. aslında şiir tanrısıdır ida’dır ve ancak
şiirle varılır onun katına. bu yüzden, “imge kırkları / toplardım giderayak, / yeni bir ida şiiri için”
(ş/s:47) eylemini de gündelik tapınç biçiminde algılamak gerekir. bir bakıma şiir diliyle kendi kültünü
ve onu dirimli tutacak ritüeli yaratmak başlıca amacıdır tapınanın.
ha, bir de “yaz gölü”ne dökülen “yaz ırmağı” vardır şiir ustasını sınayan gizli bilge
edasıyla! ida katına erişecek şiirler onun olurundan geçer. rüzgârı öpmüş, dil nehrini geçmiş, “acının
gümüşü”ne ulaşmıştır nasılsa! zaman zaman yaz ırmağına atılacak “kırk şiir”den söz eder ki
alevilikteki “kırklar cemi”ne yakın durur söyledikleri.
şiir tanrısının huzuruna varırken baştan ayağa yenilemelidir kendini. biraz sonra yalınlık ve
sonsuzluk dersinde göreceğimiz ‘kendinden geçme hali’ öncelikle ‘bilinen dilden çıkmayı’ gerektirir ki
uysal, şiirle arıtır tinselliğini:
“dilim şiire doğru
terk ediyor bedenimi” (ag/s:54)
kuşkusuz burada “şiire yetmeyen zamanda” kullandığı dilin büyük önemi vardır. türkçenin
özgün tazeliğini vuslatına aracı kılar:
“sözcük yenileme
tadı eklemeliyim, dilimin
kanayan ucuna” (ee/s:64)
“bir dil nehri olsaydım
türkçenin ağzında yalın
uzak yaz göllerine akan” (ag/s:37)
aşkın ve şiirin benzeştiği noktada, ağzında eriyen tılsımlı sözcükler bir öpüş tadı
bırakmalıdır okurda. daha ilk yapıtta, öpüş tadında şiiriyle varılmıştır bunun farkına. o sevişken
üslup sonucu doğan çocuğa şöyle seslenilir:
“çöle çökeğe batırma
ışıklı olsun dilimiz oğul” (ş/s:41)
uysal, düşündüğü gibi yazar nitekim. sular seller içindeki lirizmi taşkın bir hal alır.
sözcükler adeta dökülür ağzından. biri diğerinin önünü kesmez. yalınlığı yakıcıdır. öz-biçem dengesi
son derecede uyumludur. daha çok halk şiirinden yönseyen dörtlüklerle yazar. bazen türkü tadında
üçlüklerle, dörtlüklerin taşkınlaştığı beşliklere sürüklenebiliriz. düzyazı şiirden sayabileceğimiz
ardışık dizeler taşkınlığın en açık belirtisidir. şu var ki sesi oldukça ezgiseldir. daha başlarken duyulur
kanaması. bunun yanında divan şiirine koşut gazel türüne de modern anlamda yer açtığı görülür.
bilgelik kırıntılarını gazel türüne saklar çoğunlukla. bu haliyle bize yunus emre’yi anımsatır. o
yunus emre ki iki şiir anlayışı ortasında kurduğu ilişkide –lirizmine halel getirmeden- başarıyı
yakalamıştır. tüm bu özellikleriyle organiktir uysal’ın şiiri; akışının, eylemselliği asla bitmez.
kaynağı oldukça güçlü, debisi yüksektir. (şiirtüven’le açıklanan bu olsa gerektir ) sürekli çağıltılı bir
görüntü çizer. kimilerince yakınmalara konu olan sık yazma özelliği, yüksek debisinden ileri gelir.
(bu açıdan lirik şairleri pek durduramazsınız ) bir büyük şiire çalışır gibidir. ayrıksı gibi görünen
bölümleri kolayca birleştirebiliriz.
birbirini tamamlayan ‘yalınlık’ ve ‘sonsuzluk’ düşünceleri, uysal’ın baş hedefidir. çünkü o,
zorlu yalınlık yürüyüşüne uzun bir suskunluk döneminden geçerek girmiştir. kıvrıldığı dönemeçleri,
geçtiği köprüleri yine ilk yapıtıyla belli eder:
“bir düşteydin bunca yıl
boynunda şiir ilmeği
ince olsun istedin hep
ince olsun şiirin ipliği” (s/s:46)
ve bakın, rüzgârı öperek acının gümüşüne uzandığı yalınlık halini nasıl özetler:
“o saatlerde söz yalındır
yıldızlar ipliğini bükmektedir
bekliyorum seni
rüzgârı öpme vaktidir” (ee/s:68)
“ormanı da geçtim ustam
kırık süzgüler arasında
duruyordu acının gümüşü” (ag/s:71)
zamana çentik açtığının bilincindedir artık. çünkü yalınlıkla sonsuzluk el eledir. uzak
kavramı yalınlıkla yakınlaşır. unutmalar toplamı ise eylül ebruları’ndan ibarettir. böylece sık sık
vedaları gündemi getirir. hatta bu konuda bizlerle halelleşir, gönlümüzü alır:
“kırmayın bu şairi n’olur, şimdiden
öpüşelim, sıcaklığınız kalsın yüzümde” (ee/s:70)
ardından ‘ölüm’ düşüncesini – korkulara yer kalmayacak biçimde- yumuşatır, doğal kılar.
her şeyiyle sonsuzluk aralığı’dan geçerek söylence olmaya hazırlanır ki, unutmalardan sonra
başlayacak anımsamalara (özümsemelere) terk edecektir tüm varlığını:
“arkana bakmanın sırasıdır
ermeye taşlara gizine
yıkık bir sunakta
söylence olmaya” (svu/s:6)
bu konuda doğanın yanıtını (çağrısını) almış gibidir:
“kendini yok say, dedi
güzellikler ırmağı, sen benim
yalnızlık halimsin” (svu/s:4)
sonsuz ve uzak e-kitabında yer alan kalıt niteliğindeki şiirlerin toplamında, kendinden emin
bir yürüyüşün ayak sesleri duyulur ölüme doğru. bu öyle bir hazırlıktır ki, ilk kez bir önsöz yazma
gereği duyar yakın dostlarına:
“neden “sonsuz ve uzak?”
evvel zaman içinde, yakınlarımdan sevdiğim biri: “bir gün hak vaki olursa, ardımdan kadeh
kaldırmayı unutma!” demişti. bu sözler şimdi bana da yol gösteriyor; veda şiirlerini neden yazdığımı
düşündürüyor. o şiirleri yeryüzü için; dostlarım, sevdiklerim ve şiirime değer verenler için yazdığımı
bilmem söylememe gerek var mıydı? kaldı ki benim “veda” olarak nitelediğim, kalmanın öteki
anlamını aramaktı. bulduğuma inanmasaydım, bunca şiiri yazamazdım. ida ?ya, troya toprağına, yaz
ırmağına, hayıtlara, “ilan-ı aşk”tır yazdıklarım. dostlarımın beni çok iyi anlayacaklarını biliyorum.
ancak, benim düşündüklerim dışında olanların böyle bir açıklamaya gereksinimi olabilir. her neyse…
veda şiirlerimi bir dosyada toplamayı “son arzum”a dahil ettim bugün! bir gün “hak vaki” olursa
elinizin altında bulunsun! ah, bu ne kolaylık olacak sizin için? ahmet abimiz ara sıra kırıcı olsa da
inceliklidir; diye düşünmenizi isterim doğrusu! belki şiirlerime, ömrüme, savruluşuma, ida
söylencelerine katkı yaparken, onlara katılışıma dair yazmak geçer aklınızdan. öyleyse bu dosya
aklınızda bulunsun. veda şiirleri de nereden çıktı demezsiniz umarım. sonsuzluk uzaklık ve veda
şiirleri aşk içinde yazılmıştır kuşkusuz. benim “son dönem” (hadi bilgelik demeyeyim) ürünlerimdir.
bir yere vardım ki; orada sonsuzluktu her şey! bu sözlerin ne anlama geldiğini şiirin büyülü diliyle
açıkladığımı sanıyorum.
11.06.20011 altınoluk”
bu son çalışmada, şiirlerinde egemen olan kırgınlığı ve yalnızlığı biraz daha sivrilttiğine
tanık oluruz. öyle ki kendine batacak denli hançerimsi bir sivriltmedir öne çıkan. artık dirimle ölüm
arasındaki o ince köprüyü atmasına ramak kalmıştır. “son yolculuğum kısa sürecek / seziyorum
içimdeki titremeden,/ şiir dilim kördüğüm / sevdiklerimle aldatacak, / daha gelir gelmez: / yaz beni
korkutuyor” der apaçık önseziyle. özellikle ‘temmuz’u, - madımak can kırımından çağrışımla- “yedi
boğumlu ateş” olarak nitelendirir. içindeki kördüğümü ise terslale şiiriyle açıklar. “şiirleri tersine
okuyorsun” (9) sitemiyle işaret edilen ve her türlü incelikli yaklaşımları geri çeviren bir yanlış anlama
ustasıdır terslale! bu siteme, kimi nobran dergi editörleri, görmezden gelen eleştirmenler (!) ve iki
yüzlü dostluklar da dahil olmalıdır kanımca. anlaşılmak için her yolu denemiş, uçurum başlarında
soluk soluğa kalmıştır. özellikle “bir güle yenildiğinden” (svu/s:5)söz eder kırgınlık şiirinde. oysa
sarf ettiği yoğun emeğin karşılığı bu olmamalıdır. bu kez iyiden iyiye “susmalar sunağı”na atılmıştır.
şu iki dizeyle yayılan sıcaklık, en başta şiirini iyi kavrayan değerbilir dostlarına özgü son iletidir:
“unutmadım elimdeyken
kalbiniz olan elini” (svu/s:8)
yine de kuşkuyla not düşer, rotasını kendi çizdiği uzaklığının altına:
“ah şiirlerin güzel
ahmet abisi
uzaklığına yer verir mi
dersin bir şiir dergisi ” (svu/s:18)
söylencelerden gelip söylencelere karışan güzel insanların öyküsüne kendi adını da yazar
rüzgârın diliyle. hem de öylesine haddeden geçmiş incelikle yazar ki!.. ida çoktan bağrına basmaya
hazırdır şiiroğlunu:
“arkanıza bakmanın sırasıdır
ermeye taşların gizine
yıkık bir sunakta
söylence olmaya” ( svu/s:6)
rivayet olunur ki ahmet uysal diye bir şair, ne gelmiş ne geçmiştir! hatta şiirle içli dışlı
olduğu bile yalandır. ida’nın sisi, bulutu erkenden örtüvermiştir üzerini. ağrılar sızılar içinde
yazdıklarını ise bile bile yaz ırmaklarına savurmuştur. son kertede izlerini silmeye çabaladığına göre,
ahmet uysal söylencesi’nin şimdiden ida tarihindeki yerini aldığı savlanabilir:
“ida’nın eteğinde
gelincik aralığından
zambak kapısına süzüldüm
omzum kuğulara değdi
rüyalarınızı ağzından öptüm
şiir sandınız! ” (10)
şair, değerbilmez şair artığına seslenedursun, biz, onun, “troya şiir hattı”nda şiirimizde
bir “ida okulu” oluşturduğunu savlayarak, kalıtının küllerini eşelemeyi sürdüreceğiz yaşadıkça.
özellikle onlar divanı’na mensup biri olarak, “unutan unutsun, ben unutmazam!” andının arkasında
duracağıma söz veriyorum kendime.
giderayak alçakgönüllü kalıtsal bir dileğe odaklandığımızda dersimiz başlıyor demektir:
“daha sonra
daha sonra yakımlar olsun dedim onlara
ısrarım kendi ölümümdü
neyim kaldığını bilmeliydim
geçtiğim incinmiş yollara bakarak
üç bölüm ilyada okuyun yeter
troya önünde atlar’ı anday ustadan
kırkım çıksın cemal ustaya da
söz düşer kuşkusuz
mor çentikli hayıt dalları
uzatırsınız üzerime daha sonra! ” (svu/s:3)
ahmet abi sapağı’ında buluşmak üzere!..
kaynakça:
(1) mapusane şiirleri antolojisi – ahmet uysal, adım yayınları, 1.basım, nisan 1974
(2) sularla – ahmet uysal, yeni biçem yayınları, 1.basım, haziran 1994
(3) uzak yazlarda – ahmet uysal, düşlem yayınları, 1.basım, nisan 1998
(4) acının gümüşü – ahmet uysal, bilgi yayınevi, 1.basım, ekim 1999
(5) şiirtüven – ahmet uysal, imbat yayınevi, 1.basım, ekim 2006
(6) eylül ebruları – ahmet uysal, mühür kitaplığı, 1.basım, haziran 2009
(7) sonsuz ve uzak (e-kitap) – ahmetuysal, www.cosmosgunlugu.com
(8) ahmet uysal’la bir yaz günü (söyleşi) - nahit kayabaşı, düşlem yayınları, 1.basım, ekim 1999
(9) www.comsosgunlugu.com
(10) akatalpa, temmuz 2011, sayı:139
not: metin içi alıntılar, kaynakçaya bağlı kalınarak, kitap adlarının baş harfleriyle belirtilmiştir.
=====alıntı sonu=====
Ibrahim Oluklu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder