12 Kasım 2012 Pazartesi

Portre çizim: Ahmet UYSAL (E.İlköğretim Müfettişi, Şair ve Çocuk Edebiyatı Yazarı) BALIKESİR



=====alıntı=====

Ahmet Uysal Söylencesi 

Ahmet Günbaş (Kurşun Kalem, Eylül-Ekim 2011, Sayı:13) 

3 temmuz 2011’de ani bir kalp kriziyle aramızdan ayrılan 1938, balıkesir doğumlu ahmet 
uysal’ın ilk şiiri, nedret gürcan’ın yönettiği şairler yaprağı’nda (dinar, 1954) çıkar. savaştepe 
ilköğretmen okulu’nun duvar gazetelerinde yazdığı ( öğretmenlerince de başarılı bulunan ) şiirleri 
okul çapında ödüller alır. 17 yaşındayken kitap çıkarmak ister; ancak bizzat okulu ziyaret eden cahit 
külebi’yle konuştuktan sonra bu isteğinden vazgeçer.1965’e değin kendine çekilir. yeniden şiire 
sıvandığında, ilgaz dergisinde sık sık ‘ayın şiiri’ni paylaşır. ancak ilerleyen süreçte, ses olarak 
dönemin belgici toplumcu mekanik şiiriyle bağdaşamaz. 1970’lerde yeni dönem, türk dili, oluşum,
dönemeç, sesimiz, türkiye yazıları, militan gibi dergilerde tek tük şiirler yayımlarsa da göze batmaz. 
henüz vardığı bireşimden mutlu değildir. bu arada, mapusane şiirleri antolojisi ’ni ( 1) hazırlar. 
1975’den sonra önceliği çocuklara verir. çocuklara öykü (1975, 4 sayı) adlı bir çocuk dergisi çıkarır. 
şiirin yanı sıra eleştiri, deneme, tanıtım ve öyküler yazar. çeşitli türde 120’yi aşkın çocuk kitabına 
imza atan uysal, ancak 1986’dan sonra şiirle içli dışlı olduğunu belirtir. o ana değin ses getirmediği 
gibi, üslup olarak farklı bir yerde durmuştur. arayışlarını yoğunlaştırır. deyim yerindeyse tanımsız bir 
şiir sağanağına tutulur. dergilerle ciddi ilişkiler kurar. 1994’den itibaren ölümüne değin şiiri yaşam 
biçimine çevirerek, 15 yıllık zaman diliminde, (biri e-kitap ) geride 6 yapıt bırakır. şiir okuruyla 
buluşan sularla (2),uzak yazlarda (3),acının gümüşü (4), şiirtüven (5), eylül ebruları (6), sonsuz ve 
uzak’la (7), dilini ve duyarlığını perçinleyen bir şair olarak adından söz ettirir. 

uysal’ın onca beklentiden sonra meyvelerini veren yoğunluk anlayışı, ilk yapıtındaki sana 
ne söylesem ömrüm şiirinde sözünü ettiği sözünü ettiği, “güz geldi ah, güle ne söylesem / sana ne 
söylesem ömrüm / toparlan, kanınla katıl haydi / kalan ömrünle, kanayan yanınla / bir yoğunluğa
koy günlerini” (s/s:23) düşünceleriyle eşanlamlıdır. şiir, yoğunluğuna yaşanılan bir şey olmalıdır. 
nahit kayabaşı’nın hazırladığı ahmet uysal’la bir yaz günü (söyleşi) (8) yapıtında da belirttiği 
üzere, gerçek şiiri kavramak için sabırla beklemiş, geniş ölçüde yaşanmışlığın küllerinden yararlanma 
yolunu seçmiştir. sık sık kullandığı ‘güz’ imgesi yaşanmışlığın tam karşılığıdır. kendi buluşuyla güz
hüznünü ölçen ‘acıölçer’in kırgın sesiyle şiirin eşiğine ulaşmıştır. biraz geç de olsa (ki ilk yapıtı 
sularla’yı yayımladığında 56 yaşındadır), uysal, bu sabırlı arayı şöyle değerlendirir: 

“mumdan da olsa kanatlar takınıp uçmak istiyordum. bu nedenle uzun yıllar ertelemiş 
oldum şiirimi. ama kendi köşemde gizli gizli şiirler yazdığımı da itiraf edeyim. dosyalar dolusu 
yazdım.” (aubyg/s:13) 

buradaki ‘uçmak’ fiili sesine uygun lirizme işaret ettiği gibi, üslubuna erişmedeki 
güçlükleri, sıkıntıları da anlatır. bu, aynı zamanda yaşamla özdeş bir şiir aidiyetini dile getirir ki, 
“yurdun neresiydi senin / ey rüzgâra bürünen göçebe” ( s / s:8) sorusunun anlam katmanlarında 
tutunamamanın acısına tanık oluruz. sanki yaşamla şiir birlikte savrulmuştur. 

uysal’ın, şiirin tanımı hakkındaki görüşlerini irdelersek, yolunu nasıl çizdiği konusunda 
önemli ipuçlarına ulaşırız. has şiire varmak için, insana özgü yara izlerinin izlenmesi gereğini itiraf
eder: 

“edebiyatta bütün tanımların yetersiz olduğunu anladım. her şair her gün yeni bir tanım 
ekliyor şiire. şiir, yaralı insanın ardından bıraktığı izdir. bunun ateşiyle tutuşur hayat. şiirin tanımı 
şiirlerden çıkarılır. benim sözlüğümde yaz sıyrığı bırakan aşktır şiir. külünü düşüren yaz ırmağıdır.
bir pazar sabahının yağmur ıssızlığı, rüzgâra giden yol ırmağıdır. parlak sözler, boş sözler yakını 
değildir şiirim. muhalif ve aykırı olma hakkını her koşulda saklı tutar. hiç kimse, hiçbir güç 
aldatamaz onu.” (a.u.b.y.g. /s:56-57) 

etkilendiği şairlerin başında cahit külebi gelir. öncesinde halk şiirimizin saç ayağı sayılan 
yunus emre, karacaoğlan ve pir sultan abdal’ı özümsemiş, anonim şiire büyük eğilim duymuştur. 
özellikle yunus emre adı, yalınlık dersinin baş okutmanıdır. külebi’yle birlikte behçet necatigil, 
sabahattin kudret aksal, cahit sıtkı tarancı’yı başucu şairlerinden sayar. nâzım hikmet’i de 
simanvna kadısıoğlu şeyh bedreddin destanı ’nıyla açığa bireşimci ve ağırbaşlı yanıyla değerlendirir. 
zamanla etkileşim ortamına cemal süreya ile ceyhun atuf kansu dahil olurlar. her ikisi de taşkın 
lirizmleriyle fazlasıyla etkiler uysal’ı. kansu, “kuru otların sesi”ni getiren bozkır lirizmiyle 
yaklaşırken, süreya da, sevda kokulu duyarlığı ve kendine batan incelikli ironisiyle ilgisini çeker 
şairimizin. bunlar arasında zikredilmesi gereken – söylenmemiş olsa da - bedri rahmi eyuboğlu adı, 
güzellemelerden yansıyan bir yaşama sevinci olarak kendini belli eder. sonuçta sevişir gibi yazılan 
öpüşken bir şiir çıkar karşımıza. 

yanma faslında hafız, mevlâna, fuzuli, şeyh galip gibi lirik divan şairlerinin etkisi olduğu 
da açıktır. ancak odaklandığı biçem halk şiirinin etkisini taşır. zaman zaman gazel tarzına koşut 
ikiliklerle yazar. 

uysal, şiirin eşiğinde şiir coğrafyasını da önceden işaretlemiştir. bu, bilinen adıyla kaz 
dağları, tarihsel konumuyla ida’dır. yazacağı şiirin köklerini yazılı tarihle bir tutar. oluşturacağı şiirin 
altyapısı, uygarlıklar kültüründen beslenmelidir çünkü. homeros’un ilyada ile oyssseia’sı, troya 
trajedisiyle onu dönüştürmeye hazır iki dev yapıttır. daha doğrusu konuşlandığı coğrafya, tarihsel 
derinliğiyle ilgisini çeker uysal’ın. dolayısıyla homerik metinlerden süzülen troya hüznüyle yaşıt 
anadoluluk bilincidir sürekli kazıp durduğu. sessiz, içten bir yürüyüştür bu: 

“bekle beni diyor sessizlik, bekle 
o unutulmuş hitit gecesinden” ( s/s:17) 

yazılı tarihe yönelik ilgi çemberi, “yitik kentlerin sesi” (s/s:26-27) olarak son sığınak 
(s/s26-27) şiirinde belirtildiği üzere, maya surları, zimbabwe tapınağı, nil’deki yamuk piramitler’e 
değin uzanır. 

temelde mitolojiyle kucaklaşan bir şiirdir uysal’ın dizeleri. onu, çağdaş metropol 
ilişkilerden uzaklıkla suçlayan anlayışa göre, mitoloji-şiir ilişkisi boş bir avuntudan ibarettir. genelde 
şiirimiz, mitolojik ilişki açısından fakirdir zaten. mitolojiyi belirleyen insan öznesi gözden uzak 
tutulur. ida çevresini mitolojisiyle işleyen şair sayısı ise bir elin parmaklarını geçmez. (bunda ulusal 
bilinci ilgilendirmeyen mitolojilere sahip çıkmama eğiliminin de payı vardır) melih cevdet anday 
(troya önünde atlar), mustafa seyit sutüven (sutüven), ömer bedrettin uşaklı (sarıkız mermerleri) 
adlarının çok üzerine koyabiliriz ahmet uysal’ın şiir emeğini. o ki yapıtlarının tümünde ida’yla içli 
dışlıdır. tümüyle ida damarlıdır ve her şiir birbirini ilgilendirir. ida etkisi fonda değil, bizzat şiirin 
yapıtaşında, özsuyunda, tinselliğindedir. tıpkı homeros’un sözünü ettiği “bin pınarlı ida” gibi
salkım saçak ıslaklıktadır hamuru.. uysal da “ida sözlüğü” oluşturacak denli vurgundur coğrafyasına. 
hayal gücüyle zorladığı “eski evlerde unuttuğun / kırık bir testiydin sen” (uy/s:21) arayışının 
ekseninde, günceldeki gelir geçerlikten ayrılarak, ‘eski’nin içinde süreklilik arz eden yeni’in peşine 
düşer. söylenceler yumağından çözülen erdemi, yanı başındaki tarihsel kalıtın zenginliğiyle birleştirir. 
şiiri bu açıdan bir gizeme bürünür; arayışlarının ardı arkası kesilmez: 

“troya taşları arasından 
şiire açılan zamana 
düşürmüştü mor dikenini” (ag/s:32) 

“zeus altarı’na sunaklar sunarak 
ulaşıyordum o uzak ormana” (ag/s:59) 

kimi kişileştirmelere bakılırsa, ida coğrafyasının en başta bitkisel örtüsüyle şaire bağışladığı 
zenginlik şiirini de harekete geçirmiştir olmalıdır: 

“ida geriniyor 
tutkuyla 
kızıl koynunda ege’nin” (ş/s:53) 

uysal, şiirini esnek bir söyleyişe büründüren ‘su’ imgesi için “yaşamın karşılığıdır” 
(aubryg/s:23) der. onun, omurgadan saydığı kimi sözcüklere şifreler, tılsımlar yüklediği; suyun 
yanında ‘rüzgâr’ı da vazgeçilmez iletişim aracı olarak kullandığı bilinir. bu açıdan şiirinin açarı 
olabilecek durumları bilmekte yarar vardır: 

“rüzgârı öpme vakti, benim şiirimin yükselen haz noktasıdır.(…) rüzgârı öpersen dil nehrini 
geçer ve şiiri bulursun.” (aubyg/s:33) 

“temmuz benim için vazgeçilmez bir imgedir.” (aubyg/s:25) 

aynı şekilde ‘güz’ imgesi bir hüzün topudur gibi tüm acıları sinesinde barındırır. hüznünü 
nasıl kullandığını görmek için ‘güz’le geliştirdiği sözcüklere bakmak gerekir. bir yerde acıyı yontma 
sanatıdır sunduğu. güz, tüm varlığımızdan süzülmüştür neredeyse. bu yüzden yüreği ören yerine 
dönüşmüştür. buluntularını özenle saklar ve yorumlar. güzle ilişkisindeki akıttığı teri görmek için, 
güz yeli, güz sokağı, güz ipliği, güz görümlüğü, güz savrulması, güzevi yalnızlığı, güz tartımı, güz
sözlüğü, güzaltı, güz çıkmazı, güz kırımı, vb imge derinliği taşıyan sözcük ve tamlamalara yüklediği 
işlevlere bakmak gerekir. sık sık sözünü ettiği ‘tartım ’ ve ‘ölçer ’ gayretleriyle, acıyı kristalize eder 
biçimde ‘güz’ü anlamaya çalıştığı gözlerden kaçmaz. şiir ilmeği’yle dokuduğu güzdeki sözdüşü’dür 
hep. 

yaz’la çoğalan yaz ırmağı, yaz gömleği, yaz sıyrığı, yaz bürümcüğü, yaz kucağı, yaz yıkımı 
vb yakıştırmaların, yaşanmışlıkla uyumlu çağrışımları vardır. ancak uzaklık ve yakınlık kavramlarını
nasıl değerlendirdiğimize bağlıdır her şey. yeni başlangıçları hep ‘nisan’la anılırken (türküsüz 
geçmede nisan günleri, s/s:21), delice savrulmaların dökümü ‘uzak yazlar’dan bilinir. yazla gelen
acılardır güzde biriken. yazlar hem çekici, hem netamelidir. “temmuz bir iç kanamadır” (uy/s:29) 
çoklukla. her şeye karşın yazlar, -uçurum kıyısı hesabıyla- ‘düş süzgüsü’nden geçerek yaşanır. ay 
sürçmesi, ay yolu, ay uykusu, ince otlar aralığı, rüzgârın ipeği, su parıltısı vb soyutlamalar, yazdan 
kalma ‘acıötesi ’ avuntulardır. bir yerde dirimle ölüm içi içedir uysal’ın şiirinde. doğasal gözleminde 
ne varsa, şiirinde de o vardır. insanlar ve bitkiler gibi yeşerip sararan organik bir şiirden yanadır o. 
taşını toprağını okuyarak varır anlamın derinliğine. “taş şiirdir ve unutmaz / iz bırakır” (uy/s:12) 
saptaması geçmiş zamanlara göndermede bulunur. zaten başka türlü ele geçmez ida’nın tinselliği. onu 
konuşturdukça gizemine yaklaşılır. 

az önce sözünü ettiğimiz ‘kırık testi’ metaforu, ilk yapıtından itibaren olmadık yerlerde 
karşımıza çıkarak tarihsel eksenden kesitler taşır. bazen bir çocuk, bazen bir sevgilidir onu imleyen. 
bazen de testinin hamurunu biçimleyen usta ellerin derinliğinden tılsımla söz eder. evlerde unutulan 
kırık bir testi olmanın kederi, testinin yitik parçalarıyla ait olduğu zamanı akla getirebilir. testide 
kalan suyun parıltısının doyumsuz bir anı çağrıştırması yanında, kırıklarıyla başlayan boşluğun 
bellekte yarattığı domino etkisi, aşk meselinde masum bir bağlılığı işaret edebilir. kırılmayanda kalan 
‘duru zaman’la birlikte daha çok yitik parçalardır sorgulanan. ‘kırık testi’ye doğrudan belleğin 
kendisidir diyebiliriz: 

“kırık testide iz bırakan 
büyük ustalık oradadır” (ag/s:23) 

“sen ki bir sözdüşüydün 
ulaşan en eski aşklara 
kırık testimde biriken su 
ilk yazılı taşı söylencemin” (s/s:7) 

uysal’ın aşk anlayışı da kuşkusuz hatırnaz bir derinliğe sahiptir. bu, öyle bir derinliktir ki 
bize birkaç sözcükle çağ atlatabilir. sularla kitabında yer alan “sürüp giden bir çağdır aşk” başlığı
bizi tümüyle haklı çıkarır. örneklemek gerekirse, “alacahöyük memeli ana tanrıçam / küçükkuyu’da 
çapkın sepetçi çingenem” (ş/s:15) söyleminde; kadını, aşka yönelik tapınç içinde bir araya getirir. 
sevgiliye tapıncı güçlendiren her şey, güzellemeleri de köpürtür; gelmişiyle geçmişiyle dünyaya özgü 
kılar. sözgelimi “kireçtaşı katmanı kırk odalı evim / beşbin yıllık papirüsüm, sevgilimsin ” (ş/s:15) 
dendiğinde, ilişkilerin boyutu genişler, anlamı çoğalır. hem de öylesine çoğalır ki insan bir aşk tapıncı 
içinde bulur kendini. üstelik kadını anıştıran değerlerle, onun aşktan ve insanlıktan koparılmış 
durumunu yansıtan ‘uzaklık, ıssızlık, gölgelilik’ gibi belirlemeler, eskiliğin yerine geçen 
değerbilmezlikle bizi düşüncelere yönlendirir: 

“kızılağızlı kadınım, uzak ırmağım, 
deyrul zafaran avlum, ıs/sızım 
gölgeli mardin ara sokağım 
mor esahya manastırında bulduğum 
uruk kalıntısı kırkı tabletim” (ş/s:77) 

doğallıkla mistisizmin karıştığı bu eskilikte uysal, o kırık tableti yine ida’da, troya 
önlerinde bulur. afrodit’le hera’nın kutsallığını geride bırakan biricik helena’sı, ayakları yere değen 
bir kadınlık destanıdır. eylül ebrularında yer alan yaz sonu tabletleri’nde, helena’yla birlikte antik
kentleri gezeriz. bu, aslında bir söylenceyi gezdirmektir şairin dilinde. ki “ah helena, benim büyülü 
söylencem!” (ee/s.14) dizesi, helena destanının özü olsa gerektir. ki o büyüde geleceğe özgü iletiler 
gizlidir: 

“şimdi çok geç, bu mermer parçası 
kalsın ikimizin aşkında geriye, 
yok edilmiş şehrimizden, yedi kez 
yıkılıp yakılmış o troya’dan 
bir de senin güzelliğin kalsın, 
aşkla yaşamayı seçen insanlara!” (ee/s:15) 

çünkü uysal, bir şiirinde çocukların aşkla eğitilmesi gerektiğinden hareketle, “aşkla 
korunur inandım buna, / bir ülkenin tam bağımsızlığı” (ş/s:42) gibi ayrıksı bir sonuca varır. ayrıca 
derinlik yoklamasında kırık testisi ‘kırık tabletlere’ dönüşürken, kırık tabletlerin her biri de kadınlık
anıtı olan “tanrıça sanıp ardından gittiği” (s/s:36) ‘yaşlı kadınlar’a dönüşür. zaten güzel kadınlar 
toplamıdır sürekli yüceltilen. helena, çıkış noktası, omurgası, kanı canı, ideal ölçütleridir bu göz alıcı 
güzelliğin. 

sevgiliyi kentiyle ilişkilendirmek, salt helena-troya ilişkisiyle sınırlı kalmaz; sevgili her 
zaman kentine yakışır ve yaşama dirim katar. yokluğunda yıkımlardan yıkım beğenilir: 

“ayvalık’ta aradığım yüzün 
bir günbatımıdır bergama’da” (s/s:35) 

“sisli şehirler bıraktın bana 
erken ölümünü kuşların” ( uy/s:59) 

bazen de yaşanılır bir kenti aramak aşkla eşanlamlıdır: 

“aşk yerine geçecek 
bir şehir bıraksaydınız bana” (ag/s:15) 

yeri gelmişken kent-şiir ilişkisine nasıl baktığını da irdelemekte yarar vardır sanırım. çünkü 
uysal’ın şiiri, konup göçtüğü kentleri aşkları ve dostluklarıyla birlikte çok özel dizelerle anan bir 
şiirdir. ida eteklerine yerleşene değin seyran eylediği yozgat, ankara, bursa, izmir gibi kentlerle 
kapadokya bölgesini geniş şekilde görebiliriz şiir serüveninde. özellikle bursa denince akan sular
durur. öyle ki “bursa rüzgârına sarın beni” (ag/ s:13) diyecek denli kendinden geçer ipek kenti 
aklına düşünce. öğretmenliğinin çoğu, aşkı, mahfel’de soluklanan şairliği, bursa’da kök salmıştır 
denebilir. “bursa’da sisli bir sokak / kapılırım giderim büyüsüne” (s/s:28) noktasında geçmiş zamanı 
besleyen her yapı ve buluntu, çınarlarla, erguvanlarla karışık bir duyarlıkta karşılığını bulur uysal’da. 
an gelir, sevgilinin küskünlüğü “bir kaşı eğik bursa ikindisi” olur; an gelir, ömrünü çelen kent 
hatırına unutmalarla boğuşur. 

kıyıda köşede bekleyen bursalar dolusu şiirler yanında, “sağ çıktığım öldürücü aşklar gibi 
güzel / izmir’de yağmurlu geceler” (ag/s:50) ile “bulvarda şiir okur, sokaklara sığınırdık / parklara
usulca kar yağardı” (ag/s:69) şeklinde altını çizdiği izmir ve ankara şiirleri tümüyle yaşanmışlık 
kokar. kapadokya günleri ise şarap ve çömlekle açıklar kendini. üzümün kanı ile ellerin hüneri özenle 
biçimlerler zamanı. öğrendiklerini “hiçliğin felsefesi” ile birleştirerek bozkırın gizini çözmeye çalışır. 
“uçhisarla ortahisar arasında”(ş/s:76) arasında uçan “algın bor güvercin”, kanadında “algın 
sözler” taşır gizillerde yankılanan. 

sözü yine aşka getirirsek; ıslaklık, aşkın başlıca belirtisidir, diyebiliriz. sutüven’in 
değiştirimiyle ortaya çıkan şiirtüven, belki de bu ıslaklığın şiirsel sesidir. sevgili gelir kuraklık biter; 
sular seller içinde kalınır. bu yüzden yağmurlu kentleri de çok sever şair. ama sevgilinin ıslaklığı 
sanki yeni bir doğumun belirtisidir: 

“sularla gelirdin bana 
saçlarında sağanak seli” (s/s:33) 

“gizli yeraltı karızım 
oldun akıttın o saklı 
suyumu be kadın” (ş/s:63) 

kadın, salt ‘su’yu imlemekle kalmaz; doğanın her türlü varlığını taşır. yerine göre “kolunun 
kumtaşı kokusu”nu bırakır, yerine göre “bin bir bitkisiyle” yaklaşır sevdiğine. şair, yine ida’yı adres 
gösterir “bindallı dağımsın, tanrıçam / bölünmüş yürek parçam” (ş/s:39) seslenişindeki
güzellemesiyle. kadınla yoğrulan şiir öyle bir noktaya varır ki, “görmeyen kalmadı, yadsıma:/ her 
gece kumsalda, göğsüne / ay ışığı sürdüğünü” (ş/s:35) soyutlamasıyla en mükemmel şiirle boy 
ölçüşür. tapınç sürecindeki esriklik; arzu, yanmak, erimek, pişmek gibi eğilimlerle an gelir tasavvufta 
bulur anlatımını: 

“kızılca kıyamet çilehanesi 
tenim orda özüyle ölesi” (ee/s:51) 

“hangi kadın?” sorusunu ise, “zeytinyağı kokusu / bırakır ardında / alınları / yalbırdayan 
kadınlar” (ş/s:44) açıklığıyla yanıtlar şair. 

uysal’ın, bildiri havasından sıyrılarak saklı tuttuğu karşıtlığı, ironik anlamda ‘öteki’ye 
dokunan sevgiyle mayalanmış insancıl bir tutum izler. gördüğü, gösterdiği engeller/olumsuzluklar, 
şiirin kiri olarak yansır aynı zamanda. öncelikle baş eğmez bir doğa savaşçısıdır. doğasal ve tarihsel 
güzellikleri yağmalayan, “zalim karanlık” adını verdiği çapulcu anlayışa kendi dilince meydan okur; 
ırkçılığı, ayrımcılığı, can kırımcılığı yerden yere vurur. sivas acısını –yanmanın sürekliliğiyle- çok 
özel bir yere koyar: 

“yüzyılın kirli ayağıdır 
yıkanan 
ıssız bir ayazmada” (ag/s:16) 

“siyanür buğusu üflendi 
zeytinime pamuğuma 
gümüşle kör edildim” (ş/s:21) 

“gâvur izmir’e geldim ki 
tez vakit ben de gâvur olayım” (ş/s:81) 

“bozkır yangını da neymiş ‘madımak’ta 
haddeden geçti sözcüklerim, yana yana kaldım” (ş/s:82) 

yüzü ege’ye dönük bir şairimizin en büyük özelliği ise ‘barış adamı’ olmasıdır. türk- 
yunan dostluğunu kıyılara yapışık derinliğiyle ölçer. her fırsatta, bir arada yaşama kültürünün temel 
göstergesi olan ‘paylaşım’ duygusunu öne çıkarır. sınırtanımaz özelliğiyle elini bir zeytin gibi uzatır 
“uzak sevgili” midilli’ye. sapho’nun midilli’si (daha doğrusu lesbos’u), zeus altar’ından 
bakıldığında “aşk adası ” gibi görünür ona.midilli uğrak yeridir zaten şiirinin: 

“assos’la midilli’nin 
bir zeytin dalı 
uzatımıdır arası” ( ee/s:58) 

dahası, şiire toz kondurmadan, mübadeleyle el değiştiren emaneti gönül alıcı biçimde teslim 
eder sahibine: 

“a be hristo 
diktiğin zeytinin yağı 
benimse, senindir ağacı” (ee/s:58) 

uysal’ın eşyayı okuyan özelliği burada da karşımıza çıkar. zeytin körfezinin taş evlerinin 
hüznünü iki dilli yaklaşımla çözmeye çalışır: 

“tanığımız olsun 
taş evlerin iki dilde 
söylenen ezgileri” (ş/s:54) 

ne var ki tüm ezgilerin kaynağı yine ida’dır. büyük olasılıkla su perilerine benzettiği şiir 
perilerinin şiirini ipek kıvamında ezgili kıldığı bilincindedir: 

“ipekten ince olsun dili, 
idalı ecemin; 
sularından saydam olan 
söylediği ezgiler …” (ee/s:5) 

empati, şiir dostluğunda da kendini gösterir. yerli-yabancı fark ettirmeden, duyarlık ortağı 
şairleri, şiire yakışır biçimde saygınlıkla anar. örneğin ceyhun atuf kansu’nun gülü bozkır toprağınca 
gülümserken, azer yaran ile yesenin’e uzatılan yasemin dalı da iki şairin, yaseminle özdeş doğal 
kokusunu/yakınlığını anımsatır: 

“bir dal yasemin 
uzatıyorum ida’nın eteğinden 
azer’e ve yesenin’e” (ş/s:40) 

uysal’ın her yapıtında, ölüsü dirisiyle, sevdiği şairlere özgü bu tür saptamalar bulabilirsiniz. 
çünkü onlar, “şiire yetmeyen zaman” içinde ‘onlar divanı’yla anlatılacak çok değerli kişilerdir. 
özellikle şiirine akraba şairlere ayrı bir özen gösterir. sağlığında, ida eteklerinde onlar’la birlikte 
“şiirin sofrası”nda sürdürdüğü şiir etkinliklerinin hazzını hiçbir duyguya değişmez: 

“ida’nın zeytin dallarında savrulan 
söz hevenkleri değil miydi aşklarımızın tanığı” (ees:21) 

onlar ’ın varlıklarıyla onurlanır, şiir dostluklarını yere göğe sığdıramaz. kimi zaman erken 
giden bir şaire - yanlış zarf örneği- hayıflanarak tanrıya çıkıştığı olur. zaman şiire yetmese de, 
herkesin aynı şiir zamanını kullanması diler gibidir. 

şiiri tanımlamanın zorluğuna değinen uysal’ın şiir anlayışını, aşk anlayışıyla 
bağdaştırabiliriz bir bakıma. şiiri de aşk gibi ıslaklıktır alabildiğine. “lirik dizeler bulursun / çünkü 
sesinde suların” (s/s:41) derken, doğal ki yine ida’yı işaret etmektedir. ida’dan öğrenmiştir ne 
öğrendiyse!.. kaldı ki öğrenmeyi ertelemeyen bir süreçtir bu. aslında şiir tanrısıdır ida’dır ve ancak 
şiirle varılır onun katına. bu yüzden, “imge kırkları / toplardım giderayak, / yeni bir ida şiiri için” 
(ş/s:47) eylemini de gündelik tapınç biçiminde algılamak gerekir. bir bakıma şiir diliyle kendi kültünü 
ve onu dirimli tutacak ritüeli yaratmak başlıca amacıdır tapınanın. 

ha, bir de “yaz gölü”ne dökülen “yaz ırmağı” vardır şiir ustasını sınayan gizli bilge 
edasıyla! ida katına erişecek şiirler onun olurundan geçer. rüzgârı öpmüş, dil nehrini geçmiş, “acının 
gümüşü”ne ulaşmıştır nasılsa! zaman zaman yaz ırmağına atılacak “kırk şiir”den söz eder ki 
alevilikteki “kırklar cemi”ne yakın durur söyledikleri. 

şiir tanrısının huzuruna varırken baştan ayağa yenilemelidir kendini. biraz sonra yalınlık ve 
sonsuzluk dersinde göreceğimiz ‘kendinden geçme hali’ öncelikle ‘bilinen dilden çıkmayı’ gerektirir ki 
uysal, şiirle arıtır tinselliğini: 

“dilim şiire doğru 
terk ediyor bedenimi” (ag/s:54) 

kuşkusuz burada “şiire yetmeyen zamanda” kullandığı dilin büyük önemi vardır. türkçenin 
özgün tazeliğini vuslatına aracı kılar: 

“sözcük yenileme 
tadı eklemeliyim, dilimin 
kanayan ucuna” (ee/s:64) 

“bir dil nehri olsaydım 
türkçenin ağzında yalın 
uzak yaz göllerine akan” (ag/s:37) 

aşkın ve şiirin benzeştiği noktada, ağzında eriyen tılsımlı sözcükler bir öpüş tadı 
bırakmalıdır okurda. daha ilk yapıtta, öpüş tadında şiiriyle varılmıştır bunun farkına. o sevişken 
üslup sonucu doğan çocuğa şöyle seslenilir: 

“çöle çökeğe batırma 
ışıklı olsun dilimiz oğul” (ş/s:41) 

uysal, düşündüğü gibi yazar nitekim. sular seller içindeki lirizmi taşkın bir hal alır. 
sözcükler adeta dökülür ağzından. biri diğerinin önünü kesmez. yalınlığı yakıcıdır. öz-biçem dengesi 
son derecede uyumludur. daha çok halk şiirinden yönseyen dörtlüklerle yazar. bazen türkü tadında 
üçlüklerle, dörtlüklerin taşkınlaştığı beşliklere sürüklenebiliriz. düzyazı şiirden sayabileceğimiz 
ardışık dizeler taşkınlığın en açık belirtisidir. şu var ki sesi oldukça ezgiseldir. daha başlarken duyulur 
kanaması. bunun yanında divan şiirine koşut gazel türüne de modern anlamda yer açtığı görülür. 
bilgelik kırıntılarını gazel türüne saklar çoğunlukla. bu haliyle bize yunus emre’yi anımsatır. o 
yunus emre ki iki şiir anlayışı ortasında kurduğu ilişkide –lirizmine halel getirmeden- başarıyı 
yakalamıştır. tüm bu özellikleriyle organiktir uysal’ın şiiri; akışının, eylemselliği asla bitmez. 
kaynağı oldukça güçlü, debisi yüksektir. (şiirtüven’le açıklanan bu olsa gerektir ) sürekli çağıltılı bir 
görüntü çizer. kimilerince yakınmalara konu olan sık yazma özelliği, yüksek debisinden ileri gelir. 
(bu açıdan lirik şairleri pek durduramazsınız ) bir büyük şiire çalışır gibidir. ayrıksı gibi görünen 
bölümleri kolayca birleştirebiliriz. 

birbirini tamamlayan ‘yalınlık’ ve ‘sonsuzluk’ düşünceleri, uysal’ın baş hedefidir. çünkü o, 
zorlu yalınlık yürüyüşüne uzun bir suskunluk döneminden geçerek girmiştir. kıvrıldığı dönemeçleri, 
geçtiği köprüleri yine ilk yapıtıyla belli eder: 

“bir düşteydin bunca yıl 
boynunda şiir ilmeği 
ince olsun istedin hep 
ince olsun şiirin ipliği” (s/s:46) 

ve bakın, rüzgârı öperek acının gümüşüne uzandığı yalınlık halini nasıl özetler: 

“o saatlerde söz yalındır 
yıldızlar ipliğini bükmektedir 
bekliyorum seni 
rüzgârı öpme vaktidir” (ee/s:68) 

“ormanı da geçtim ustam 
kırık süzgüler arasında 
duruyordu acının gümüşü” (ag/s:71) 

zamana çentik açtığının bilincindedir artık. çünkü yalınlıkla sonsuzluk el eledir. uzak 
kavramı yalınlıkla yakınlaşır. unutmalar toplamı ise eylül ebruları’ndan ibarettir. böylece sık sık 
vedaları gündemi getirir. hatta bu konuda bizlerle halelleşir, gönlümüzü alır: 

“kırmayın bu şairi n’olur, şimdiden 
öpüşelim, sıcaklığınız kalsın yüzümde” (ee/s:70) 

ardından ‘ölüm’ düşüncesini – korkulara yer kalmayacak biçimde- yumuşatır, doğal kılar. 
her şeyiyle sonsuzluk aralığı’dan geçerek söylence olmaya hazırlanır ki, unutmalardan sonra 
başlayacak anımsamalara (özümsemelere) terk edecektir tüm varlığını: 

“arkana bakmanın sırasıdır 
ermeye taşlara gizine 
yıkık bir sunakta 
söylence olmaya” (svu/s:6) 

bu konuda doğanın yanıtını (çağrısını) almış gibidir: 

“kendini yok say, dedi 
güzellikler ırmağı, sen benim 
yalnızlık halimsin” (svu/s:4) 

sonsuz ve uzak e-kitabında yer alan kalıt niteliğindeki şiirlerin toplamında, kendinden emin 
bir yürüyüşün ayak sesleri duyulur ölüme doğru. bu öyle bir hazırlıktır ki, ilk kez bir önsöz yazma 
gereği duyar yakın dostlarına: 

“neden “sonsuz ve uzak?” 

evvel zaman içinde, yakınlarımdan sevdiğim biri: “bir gün hak vaki olursa, ardımdan kadeh 
kaldırmayı unutma!” demişti. bu sözler şimdi bana da yol gösteriyor; veda şiirlerini neden yazdığımı 
düşündürüyor. o şiirleri yeryüzü için; dostlarım, sevdiklerim ve şiirime değer verenler için yazdığımı 
bilmem söylememe gerek var mıydı? kaldı ki benim “veda” olarak nitelediğim, kalmanın öteki 
anlamını aramaktı. bulduğuma inanmasaydım, bunca şiiri yazamazdım. ida ?ya, troya toprağına, yaz 
ırmağına, hayıtlara, “ilan-ı aşk”tır yazdıklarım. dostlarımın beni çok iyi anlayacaklarını biliyorum. 
ancak, benim düşündüklerim dışında olanların böyle bir açıklamaya gereksinimi olabilir. her neyse… 
veda şiirlerimi bir dosyada toplamayı “son arzum”a dahil ettim bugün! bir gün “hak vaki” olursa 
elinizin altında bulunsun! ah, bu ne kolaylık olacak sizin için? ahmet abimiz ara sıra kırıcı olsa da 
inceliklidir; diye düşünmenizi isterim doğrusu! belki şiirlerime, ömrüme, savruluşuma, ida 
söylencelerine katkı yaparken, onlara katılışıma dair yazmak geçer aklınızdan. öyleyse bu dosya 
aklınızda bulunsun. veda şiirleri de nereden çıktı demezsiniz umarım. sonsuzluk uzaklık ve veda 
şiirleri aşk içinde yazılmıştır kuşkusuz. benim “son dönem” (hadi bilgelik demeyeyim) ürünlerimdir. 
bir yere vardım ki; orada sonsuzluktu her şey! bu sözlerin ne anlama geldiğini şiirin büyülü diliyle 
açıkladığımı sanıyorum. 

11.06.20011 altınoluk” 

bu son çalışmada, şiirlerinde egemen olan kırgınlığı ve yalnızlığı biraz daha sivrilttiğine 
tanık oluruz. öyle ki kendine batacak denli hançerimsi bir sivriltmedir öne çıkan. artık dirimle ölüm
arasındaki o ince köprüyü atmasına ramak kalmıştır. “son yolculuğum kısa sürecek / seziyorum 
içimdeki titremeden,/ şiir dilim kördüğüm / sevdiklerimle aldatacak, / daha gelir gelmez: / yaz beni 
korkutuyor” der apaçık önseziyle. özellikle ‘temmuz’u, - madımak can kırımından çağrışımla- “yedi
boğumlu ateş” olarak nitelendirir. içindeki kördüğümü ise terslale şiiriyle açıklar. “şiirleri tersine
okuyorsun” (9) sitemiyle işaret edilen ve her türlü incelikli yaklaşımları geri çeviren bir yanlış anlama 
ustasıdır terslale! bu siteme, kimi nobran dergi editörleri, görmezden gelen eleştirmenler (!) ve iki 
yüzlü dostluklar da dahil olmalıdır kanımca. anlaşılmak için her yolu denemiş, uçurum başlarında 
soluk soluğa kalmıştır. özellikle “bir güle yenildiğinden” (svu/s:5)söz eder kırgınlık şiirinde. oysa 
sarf ettiği yoğun emeğin karşılığı bu olmamalıdır. bu kez iyiden iyiye “susmalar sunağı”na atılmıştır. 
şu iki dizeyle yayılan sıcaklık, en başta şiirini iyi kavrayan değerbilir dostlarına özgü son iletidir: 

“unutmadım elimdeyken 
kalbiniz olan elini” (svu/s:8) 

yine de kuşkuyla not düşer, rotasını kendi çizdiği uzaklığının altına: 

“ah şiirlerin güzel 
ahmet abisi 

uzaklığına yer verir mi 
dersin bir şiir dergisi ” (svu/s:18) 

söylencelerden gelip söylencelere karışan güzel insanların öyküsüne kendi adını da yazar 
rüzgârın diliyle. hem de öylesine haddeden geçmiş incelikle yazar ki!.. ida çoktan bağrına basmaya 
hazırdır şiiroğlunu: 

“arkanıza bakmanın sırasıdır 
ermeye taşların gizine 
yıkık bir sunakta 
söylence olmaya” ( svu/s:6) 

rivayet olunur ki ahmet uysal diye bir şair, ne gelmiş ne geçmiştir! hatta şiirle içli dışlı 
olduğu bile yalandır. ida’nın sisi, bulutu erkenden örtüvermiştir üzerini. ağrılar sızılar içinde 
yazdıklarını ise bile bile yaz ırmaklarına savurmuştur. son kertede izlerini silmeye çabaladığına göre, 
ahmet uysal söylencesi’nin şimdiden ida tarihindeki yerini aldığı savlanabilir: 

“ida’nın eteğinde 
gelincik aralığından 
zambak kapısına süzüldüm 
omzum kuğulara değdi 
rüyalarınızı ağzından öptüm 
şiir sandınız! ” (10) 

şair, değerbilmez şair artığına seslenedursun, biz, onun, “troya şiir hattı”nda şiirimizde 
bir “ida okulu” oluşturduğunu savlayarak, kalıtının küllerini eşelemeyi sürdüreceğiz yaşadıkça. 
özellikle onlar divanı’na mensup biri olarak, “unutan unutsun, ben unutmazam!” andının arkasında 
duracağıma söz veriyorum kendime. 

giderayak alçakgönüllü kalıtsal bir dileğe odaklandığımızda dersimiz başlıyor demektir: 

“daha sonra 

daha sonra yakımlar olsun dedim onlara 
ısrarım kendi ölümümdü 

neyim kaldığını bilmeliydim 
geçtiğim incinmiş yollara bakarak 

üç bölüm ilyada okuyun yeter 
troya önünde atlar’ı anday ustadan 

kırkım çıksın cemal ustaya da 
söz düşer kuşkusuz 

mor çentikli hayıt dalları 
uzatırsınız üzerime daha sonra! ” (svu/s:3) 

ahmet abi sapağı’ında buluşmak üzere!.. 

kaynakça: 

(1) mapusane şiirleri antolojisi – ahmet uysal, adım yayınları, 1.basım, nisan 1974 
(2) sularla – ahmet uysal, yeni biçem yayınları, 1.basım, haziran 1994 
(3) uzak yazlarda – ahmet uysal, düşlem yayınları, 1.basım, nisan 1998 
(4) acının gümüşü – ahmet uysal, bilgi yayınevi, 1.basım, ekim 1999 
(5) şiirtüven – ahmet uysal, imbat yayınevi, 1.basım, ekim 2006 
(6) eylül ebruları – ahmet uysal, mühür kitaplığı, 1.basım, haziran 2009 
(7) sonsuz ve uzak (e-kitap) – ahmetuysal, www.cosmosgunlugu.com 
(8) ahmet uysal’la bir yaz günü (söyleşi) - nahit kayabaşı, düşlem yayınları, 1.basım, ekim 1999 
(9) www.comsosgunlugu.com 
(10) akatalpa, temmuz 2011, sayı:139

not: metin içi alıntılar, kaynakçaya bağlı kalınarak, kitap adlarının baş harfleriyle belirtilmiştir. 

=====alıntı sonu=====

Ibrahim Oluklu

AHMET UYSAL'LA PAYLAŞTIKLARIMIZIN BİR BÖLÜMÜ,

Yeni Haber, 05 Ekim 2012

Ahmet Uysal’la 1993’te, Balıkesir Belediyesi ve Balıkesir İl Kültür Müdürlüğü’nün birlikte verdikleri Sabri Altınel Şiir Ödülü’nün oluşumunu paylaştık. Bu ödülün jürisinde beş yıl görev yaptık. Bu ödül çerçevesinde dostlukları, birlikte bir iş başarmanın mutluluğunu paylaştık. Nice şair geldi geçti Balıkesir’den bu beş yıl içinde.
Ahmet Uysal’la Balıkesir’de, Arkadaş Kitabevi’nin düzenlediği imza ve söyleşilerde hep birlikteydik. Kemal Özer’i, Burhan Günel’i, Cengiz Gündoğdu’yu, Öner Yağcı’yı, Enver Ercan’ı bu etkinlikler çerçevesinde Ahmet Uysal’ın da bulunduğu sofralarda ağırladık.
Ahmet Uysal’la Balıkesir İl Kültür Müdürlüğü’nün 1994’te düzenlediği “ustalara saygı” etkinliğinin Yakup Şahan, Cahit Albayrak, Ahmet Uysal adına yapılanlarını paylaştık. Nahit Kayabaşı Bursa’dan gelip anlattı Ahmet Uysal’ın şiirini kültür müdürlüğünün davetlisi olarak. Yakup Şahan için Asım Bezirci geldi Burhaniye-Ören’den. Cahit Albayrak’ı anlattı Ekrem Balıbek. Ahmet Uysal’la bu etkinlikler içinde de beraberdik. “Türk Dili Sokağı” adlı şiirini bu sıralarda yazdı Ahmet Uysal gazeteci Cahit Albayrak’ı düşünerek.
Ahmet Uysal’la Balıkesir Üniversitesi’nin üniversite öğrencileri için verdiği şiir ve öykü ödüllerinin şiir jürisini üyeliğini paylaştık dört yıl. Gülten Akın’dan Muzaffer İzgü’ye kimleri ağırlamadık Balıkesir’de… Bu adların Balıkesir’e gelişlerinde hep birlikteydik Ahmet Uysal’la. Burhan Günel, Hüseyin Yurttaş, Ali Cengizkan, Rami Dara, Mustafa Durak, Yakup Şahan bizimle oldular bu ödül çerçevesinde.
Ahmet Uysal’la çocuk öyküleri yazmanın sevincini paylaştık. 1995’te Ahmet Uysal beni özendirdi. On tane çocuk öyküsü yazdım. O öyküler üzerinde çalışmanın hazzını paylaştık. Birlikte İstanbul’a gittik. Bir yayıncıya teslim ettik dosyayı. O yayıncı sonra basamayacağını söylemiş Ahmet Uysal’a telefonda. Bir süre sonra öykülerimin değiştirilerek o yayıncının adıyla basıldığına tanıklık ettik Ahmet Uysal’la.
Bursa’da Nahit Kayabaşı ve arkadaşları yeni bir dergi çıkaracaklar. Nahit Kayabaşı Biçem’den ayrılmış. Ramis Dara ve arkadaşları Yeni Biçem koymuşlar derginin adını. Nahit Kayabaşı ve arkadaşları Düşlem’i çıkaracaklar. Ahmet Uysal’la uzun uzun düşündükten sonra; çünkü diğer tarafta Ramis Dara var, Hilmi Haşal var, Serdar Ünver var, Melih Elal var; onları kırmak var, Düşlem’in kurucuları arasına katıldık.
Ahmet Uysal’la kendisinin dergi koleksiyonunu bana bağışlamasının sevincini paylaştık. O dergilerin daha sonra, ayrıldığımız eşim tarafından çöpe atılmasının acısını da elbette. Yüzlerce dergi ve arasında onlarca kitap…
Ahmet Uysal’la Ankara’da Burhan Günel, Mehmet Yaşar Bilen, Ahmet Özer’le oluşturduğumuz Karşı/Edebiyat dergisinde yazmanın sevincini paylaştık. Burhan Günel, Ahmet Uysal ve ben aynı sofrada rakı içmenin hazzını yaşadık.
Ahmet Uysal’la bir on yıl küs kalmanın acısını tattık. Yıllar sonra Altınoluk’ta bir balık lokantasında rakı içerek o acıyı unutmanın zevkini de yaşadık.
Ahmet Uysal’la onun şiiri üzerine, hem de kendisi yaşarken, iki kez yazmış olmamın mutluluğunu paylaştık. “Kırılan Dal Örselenen Çiçek” ve “Ahmet Uysal’ın Şiirinde Bursa” adlı yazılarımın sevincini paylaştık. Kitapları tanıktır. O yazıların basıldığı dergiler, kitaplar, gazeteler tanıktır.
Ahmet Uysal’la Melih Cevdet Anday’ın “Bir Şiir Haftası” adıyla Cumhuriyet gazetesinde yazdığı (19 Mart 1993) yazının sevincini paylaştık. Çünkü Ahmet Uysal’ın şu dizelerini yazısının başına koymuştu Melih Cevdet Anday. Gazetenin o sayısını okula kadar getirmesi derin bir mutluluk kaynağıydı. Onu paylaştık.
“Güz geldi ah, güle ne söylesem
Sana ne söylesem ömrüm
Toparlan, kanınla katıl haydi
Kalan ömrünle, kanayan yanınla
Bir yoğunluğa koy günlerini”
Ahmet Uysal’la Yakup Şahan’ı evinde ziyaret etmenin mutluluğunu, o mutlukla yazdığı şiiri paylaştık. “Yakup Şahan Sokağı” diye bir sokak adı yok Balıkesir’de. Ahmet Uysal’ın şiiriyle kurduğu “Yakup Şahan Sokağı” var. Ahmet Uysal’la böyle bir sokağı kuruşunun mutluluğunu paylaştık.
Ahmet Uysal’la hayatın bir yerlerinde uğradığımız haksızlıkları paylaştık. Ne çok anlatırdı yayın dünyamızda uğradığı haksızlıkları, telif haklarının yenmesini Ahmet Uysal.
Ahmet Uysal’la, kendisi Orjan’da otururken, darda kalmış Ufuk adlı bir mimar arkadaşımızı işe aldırmış olmasının sevincini paylaştık.
Ahmet Uysal’la hem Balıkesir’deki evinde hem de Orjan’daki yazlığında paylaşmanın hazzını yaşadık. Orjan’da Meral Çelen’le ilgili anlattıklarını unutamam. Benzer paylaşımları Necatibey Eğitim Fakültesi’ndeki odamda; Balıkesir’in sokaklarında, caddelerinde; Cumartesi Pazarı’nda defalarca yaşadık.
Ahmet Uysal’la oğullarıma, eşime, bana imzaladığı kitapların derin mutluluğunu yaşadık. O kitaplar evimizdeki kutsalımızdan birkaçıdır.
Ahmet Uysal’la “Şehrimiz İçin Sorular” şiirinin hazzını paylaştık yazılma sürecinden başlayarak.
“bu şehir adımızı
unutur mu İbrahim
unutur
gibi eski bir sokağını
benden kırık bir dal
düştü sulara
senden attilâ ilhan’ın
“tarih öncesi yazıları”
sahi nedir İbrahim/şehir
yapan bir şehri
mart’98/ Balıkesir (Acının Gümüşü, s. 87)
Ahmet Uysal’la Balıkesir’de Yaklaşım dergisini oluşturmanın hazzını yaşadık. Dergiyi, kapanıncaya dek birlikte yönettik. Hep onun şiirleriyle, düşünceleriyle süslendi Yaklaşım. Balıkesir Postası Matbaası’nda benzin kokusunu, boya kokusunu, tiner kokusunu, kâğıt kokusunu ciğerlerimize çektik; “maşalı”nın sesine karıştı sesimiz. Nerelere gittik oradan, nerelerden geldik oraya…
İbrahim Oluklu


Hiç yorum yok:

DENİZ ASTSUBAY OKULLARI ÖĞRENCİLERİ, 43 YILDAN BERİ BENİM TASARIMIM OLAN ŞAPKA KOKARTINI KULLANMAKTALAR

Tüm kuvvetlere ait askeri öğrencilerin şapka kokartlarında Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil eden  ve yukarı doğru baktığı için bağımsız bir...