18 Kasım 2009 Çarşamba

Kanayan Yara "Sevr"


Kanayan Yara "Sevr"

Fransa Meclisi Başkanlık Divanı, Sosyalist Parti’nin meclise sunduğu “Ermeni soykırımını inkarı suç sayan yasa teklifi”ni, Ekim 2006 ayı içinde yazar Orhan Pamuk’a verdiği Nobel ödülü ile birlikte oy çokluğuyla kabul etmişti. Nedense batı, özellikle de Fransa sürekli olarak “Ermeni soykırımı” konusunda diretmekte, durmadan sönmekte olan külleri tekrar tekrar tutuşturmaktadır. Oysa gerek Türkiye’nin, gerekse Ermenistan’ın tarihçilerinin birlikte gerçekleştirecekleri ortak bir çalışma, bu konuda doğru ya da yanlış bilinen bir çok gerçeği gün yüzüne çıkartacaktır.

Bilindiği gibi, 1 nci Dünya Savaşı sonunda karşımızda olan İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, A.B.D. ve Sırbistan’dan oluşan İtilaf Devletleri temsilcileri ile Osmanlı İmparatorluğu temsilcileri, sözde barış ve antlaşma için Fransa’nın Sevres kentinde toplanmışlar ve Türk milletinin imha fermanı olan Sevr Antlaşması’nı Osmanlı İmparatorluğu’na imzalatmışlardır. Prematüre doğan ve ardından da hemen ölen bu antlaşmaya onu imzalatanlar ve imzalayanlar inanmadığı gibi, milletimiz de hiçbir zaman inanmamıştır. Bu antlaşma, milletin vicdanında ve bir çok aydında uyandırdığı tepkiler nedeniyle, milli hareketi ve direnme gücünü besleyen itici bir kuvvet olmuştur. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, ister prematüre, isterse ölü doğsun, 433 maddelik Sevr Antlaşması, günümüzde tekrar hortlatılmaya çalışılmaktadır.

Sevr’in bir maddesine göre; Osmanlı İmparatorluğu toprakları, İstanbul çevresi ile İç Anadolu’nun bazı bölgeleri ile sınırlı kalacaktır. Bu madde, Türk topraklarının resmen işgalini kapsamakta ve milletin yaşama hakkını bile elinden alınmaktadır. Bu maddenin günümüze yansıması ise şöyledir : Yunanistan’ın halen devam etmekte olan bir “Megalo İdea”sı (büyük ideali) vardır. Özetle bu ideal, “İstanbul başta olmak üzere, Trakya’yı, Doğu ve Batı Karadeniz’i, Ege Bölgesi’ni Yunan sınırlarına katmak”tır. Buna bağlı olarak da, Ege karasuları, kıt’a sahanlığı, Kıbrıs sorunu oynanan oyunun bir parçasıdır. Asıl oyun ise son zamanlarda sahnelenmekte olup, Ege ve Marmara Bölgeleri başta olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimizde yüzlerce dönümlük arazilerimiz, yabancılar tarafından satın alınmaktadır.

Gene Sevr’in bir maddesi der ki; Trakya ve Çatalca batısındaki topraklar, ayrıca İzmir, İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada Yunanistan’a bırakılacaktır. Bu maddenin, yukarıdaki değerlendirmelere ilave olarak günümüze yansıması ise şöyledir : Trakya’da, Yunanistan ve Bulgaristan’daki Türk azınlıklara dil, din, eğitim-öğretim, seçme ve seçilme hakkı, ticaret özgürlüğü gibi konularda korkunç baskılar yapılmakta, milletin öz benliği unutturulmak istenmektedir. Sevr’de sadece İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada’nın adı geçmektedir. Günümüzde buna bir de Kıbrıs eklenmiştir. 1955 sonrasında başlatılan Kıbrıs sorununun da sonu gelmiş gibidir. 1912’de Girit nasıl elimizden çıktıysa, Kıbrıs’ta da aynı oyun oynanmış ve Kıbrıs kaybedilmiştir. Yakın gelecekte bu kirli oyunlar mutlaka Gökçeada ve Bozcaada üzerinde de oynanacaktır.

Sevr’in bir diğer maddesine göre ise, Doğu Anadolu’nun kuzey bölgesinde bir Ermenistan devleti kurulacaktır. Sevr ile beraber Ermenistan devleti zaten kurulmuş ve kurulduğu günden beri ipleri Avrupa’nın elinde olmak kaydıyla, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bin bir türlü oyunlar tezgahlamış, özellikle ASALA terör örgütünü Türkiye’ye ve Türkiye Cumhuriyeti’nin diplomatlarına musallat etmiştir. Antlaşmanın bir başka maddesi ise Güneydoğu Anadolu’da bir “Kürdistan” devleti kurulmasını kapsamaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi adı altında başlatılan çalışmalar ve kamuoyunun maddelerini parça parça öğrendiği ilginç açılım projeleriyle neredeyse bu da gerçekleşmek üzeredir. İtilaf devletlerinin günümüzdeki mirasçıları adeta, “Böl, parçala ve yönet” taktiğini uygulamaya çalışmaktadırlar.

Genel bir değerlendirme yaparsak, Sevr’e bağlı olarak kapitülasyonların yeniden yürürlüğe girmesi, ordunun terhis edilmesi, devlet gelirlerinin hemen hepsinin galip devletlere verilmesi, azınlıklara tanınan olağanüstü haklar ve pek çokları ile toplam 433 maddelik Sevr Antlaşması, tam bir ölüm fermanıdır.

Hele kapitülasyon, bir ülke yurttaşlarının zararına olarak, yabancılara verilen ayrıcalık haklarıdır. Yani yerleşme, seyahat etme, ticaret yapma, din eğitimi, kilise özgürlüğü v.b. gibi.

Bu yazımızın asıl konusu, Fransa’nın direttiği “Ermeni soykırımını tanımayanlara hapis cezası” verilmesi olduğundan, Sevr Antlaşması’ndan tekrar Ermeni olaylarına geri dönüyorum.

Batı’nın ve özellikle Fransa’nın kol kanat gerdiği Ermeni soykırımı iddiaları, bazı Avrupa devletleri ve Ermeniler tarafından sık sık gündeme getirilerek dünya kamuoyunun dikkati bu yöne çekilmeye çalışılmaktadır. Oysa ki, gerçekte Ermeniler, tüm Hıristiyan azınlıklar gibi Osmanlı sınırları içinde rahat ve huzur içinde yaşamaktaydılar ve bugün de Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde aynı şekilde yaşamaya devam etmekte, geçmişte olduğu gibi bugün de tarım, sanayi, ithalat ve ihracatı ellerinde bulundurmaktadırlar. Geçmişte olduğu gibi bugün de en güzel semtlerde oturmaya devam etmektedirler.

Ancak, Osmanlı döneminde bazı gözü dönmüş Ermeni liderleri, komitacılar ve bunların oluşturdukları parti temsilcileri, ütopik hayallerden kendilerini bir türlü kurtaramayan Ermeni gençliğinin beyinlerini bin bir çeşit yalanla yıkadıklarından, günümüzde yaşayan Ermeni gençlerinin bir çoğu da bu iddiaların doğru olduğuna inanmakta ve soykırım iddialarını sık sık gündeme getirerek Fransa gibi devletlerden destek almaktadırlar.

1 nci Dünya Savaşı’nda, 1917 yılında Doğu Cephesi’nde yedek subay olarak Osmanlı Ordusu’nda görev yapan ve tarihimizin son 100 yılına ışık tutan “Tek Adam (Atatürk)”, “İkinci Adam (İnönü)”, “Enver Paşa” ve “Suyu Arayan Adam” gibi başlıca önemli eserlerini sayabileceğimiz Şevket Süreyya Aydemir’in, “Suyu Arayan Adam” adlı eserinde, Ermeni soykırım iddialarına karşı en gerçekçi yanıtlar verilmektedir.

Aşağıdaki bölümler, Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” adlı eserinden özet olarak alınmıştır :

“Çar orduları dağıldı. Ancak onun yerine Rus ordularının silahlarına konan Ermeni birlikleri karşımıza çıktı. Böylece askeri savaşın tüm kuralları ortadan kalkmış oldu. Ermeni çeteler, işgal ettikleri yerlerde Türk halkını işkenceyle öldürüyorlardı. Aramızdaki savaş değil, bir kör döğüş, aman bilmez bir boğazlaşmaydı...”

1917 yılının Şubat ayı gelir, çatar. Osmanlı ordusu Erzurum yönünde ileri harekata geçer. Şevket Süreyya Aydemir devam eder :

“İleri harekat geliştikçe, karşılaştığımız manzaralar kış şartlarının kahrını bile arka plana atıyordu. Ermeni komitacılarının yaptıkları bir vahşet haline gelmişti. Erzurum yolu üzerindeki Evreni Köyü’nde kadın, erkek, çoluk-çocuk, tüm köy halkı öldürülmekle kalmamış, vücutları parçalanarak, kasap dükkanlarında olduğu gibi çengellere, çivilere asılmıştı. Cinis Köyü girişinde ise, tüm köy halkını ayakta sanki bizi bekliyorlarmış gibi gördük. Ancak bunlar bir ölü kafilesiydi. Köye gireceğimiz yolda, çoluk-çocuk birbirlerine sokulmuş halde süngülenmişler, dayanılmaz soğuk altında kaskatı donmuşlar ve öylece kalmışlardı...”

Osmanlı ordusu Erzurum’a varmıştır :

“Erzurum’da kan ve vahşet çılgınlığı son haddine ulaşır. Yalnız Gürcükapısı’nda 3.000 civarında ceset, odun istifi gibi yığılmış, aralarına yığının bozulup yıkılmaması için boylarına, cüsselerine göre çocuk cesetleri sıkıştırılmıştı...”

“Suyu Arayan Adam” adlı eserde olaylar zinciri bu şekilde sürüp gitmektedir. Şevket Süreyya Aydemir, düşüncelerini şöyle bağlar:

“... Öyle sanıyorum ki, 1 nci Dünya Harbi içindeki Türk - Ermeni boğuşması, insanlık tarihinin unutulması daha iyi olacak bir sayfasıdır. Bunları sonsuza kadar geçmişe gömmek daha doğru olacaktır.

Ermeni baskınlarını birebir yaşayan ve şu anda hayatta olmayan yaşlılardan dinlediğim anılarda ise, Osmanlı Devleti içinde yaşayan Ermeni asıllı vatandaşların komşuları olan Türkler ve Kürtlerle çok iyi geçindiklerini, baskına gelen Ermenilerin Osmanlı topraklarında değil, Rusya’da yaşayan Ermeniler olduklarını, bazı yabancı devletlerin kışkırtmasıyla Anadolu topraklarında yaşayan Osmanlı vatandaşlarını Türk, Kürt, Ermeni ayırımı yapmadan katlederek kaos ortamı yarattıklarını öğrenip “Rusya’dan gelen Ermeniler, niye Osmanlı topraklarında yaşayan kendi soydaşlarını, yani Osmanlı Ermenilerini de öldürdüler?” diye sorduğumda, Rusya üzerinden gelen Ermenilerin, Osmanlı’da yaşayan Ermenileri “Sizler artık Türkleştiniz, bizden çıktınız” diye katlederek öldürdüklerini hayretler içinde öğrendim.

Tüm bu olumsuz olaylara karşın, doğup büyüdüğü, ekmeğini yiyip suyunu içtiği topraklara ihanet etmeyen Osmanlı Ermenileri de vardı. Tıpkı Balıkesirli Araştırmacı-Yazar Aydın Ayhan’ın, aslen Giresunlu olan ama savaş sonrası İvrindi’ye yerleştiği için “İvrindili Ali Çavuş” olarak tanınan eniştesinin anılarında anlattığı Osmanlı Ordusu’nun Ermeni asıllı tabibi gibi. Osmanlı Ordusu’nda tabip olarak görev yapan Ermeni asıllı bir yedek subay, son nefesini Ali Çavuş’un kollarında verirken “Çavuş, sakın ben gayrimüslimim diye beni ayrı yere gömmeyin, öldüğümde beni arkadaşlarınızın yanına defnedin” der. Evet, bu doktor gibi birçok Ermeni, Rum ve Musevi Osmanlı vatandaşımız, ekmeğini yedikleri, suyunu içtikleri bu topraklara ihanet etmemiş, Kurtuluş Savaşı’nda canlarını seve seve feda etmişlerdir. Bu da ayrı bir gerçektir ve kesinlikle göz ardı edilmemelidir. Nitekim, günümüzde Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde ikamet eden ve T.C. vatandaşı olan bir çok gayrimüslim vatandaşımız vardır. Her Türk vatandaşı gibi devletine karşı olan sorumluluklarını da yerine getirmekte, bugünkü Ermenistan’ın “soykırım” iddialarını da desteklememektedirler. Keza, benim de yakından tanıyıp, sevdiğim Ermeni asıllı arkadaşlarım da vardır. Onları bu konunun dışında tutuyorum.

Evet, Şevket Süreyya Aydemir’in anılarını anlattığı “Suyu Arayan Adam” adlı eserindeki bütün olaylar hazin olmasına rağmen gerçektir. Ermenilerin iddialarının aksine, aslında onların Türklere, hatta Kürtlere ve Osmanlı Ermenilerine karşı bir soykırım uyguladıklarını belgelemektedir ve bu gerçek soykırım, dış devletler tarafından kışkırtılan ve Rusya üzerinden gelen Ermeni azınlığı tarafından gerçekleştirilmiştir. Bugün karşımızda Avrupa tarafından açıkça korunan, Azerbaycan’ın ve fanatik Ermenilerin tüm itirazlarına rağmen, futbol müsabakalarıyla geçmişi unutturmaya çalışan (ya da çalışıyor gibi gözüken) bir Ermenistan devleti vardır.

Avrupa devletleri, kanayan yarayı kaşıyarak daha fazla kanatmaya çalışmaktadırlar. Türkiye’de din özgürlüğü ve çeşitli dinlere mensup eğitim veren okullar, ruhban okulları, kiliseler, ibadet özgürlüğü ve daha niceleri bulunmasına rağmen din üzerinden siyaset yapılmakta, ekümeniklik, Rum ve Ermeni yandaşlığı ve yardakçılığı desteklenmektedir.

Şevket Süreyya Aydemir’in yazdığı gibi çok zor da olsa geçmişi unutalım ama, geleceğin de bizlere neler getireceğini veya bizlerden neler götüreceğini çok iyi hesaplayalım. Avrupa devletlerinin ve Fransa’nın aba altından sopa göstererek Avrupa Birliği (A.B.) tehdidiyle Türkiye’ye baskı yapması, tarihe göre aslında karşılıklı bir boğazlaşma olan bir olayı, soykırım gibi göstermekte diretmesi, Yunanistan’ın da Fransa’dan cesaret alarak Pontus soykırım anıtı dikmek istemesi hiç de hazmedilecek bir durum değildir.

Avrupa devletleri (özellikle de geçmişte soykırımın en büyüğünü gerçekleştiren Fransızlar) şunu unutmasınlar ki, Türk insanının da bir tahammül sınırı vardır ve bu gerçeği geçmiş deneyimlerinden çok iyi bilmektedirler. O sınırı aştılar mı, bilsinler ki “ŞU ÇILGIN TÜRKLER” oluveririz.

Kaynaklar :

Tek Adam (Şevket Süreyya Aydemir), Suyu Arayan Adam (Şevket Süreyya Aydemir), Şu Çılgın Türkler (Turgut Özakman), Milli Mücadele Tarihi (Sabahattin SELEK), Yorgun Savaşçı (Kemal Tahir), Meydan Larousse, Büyük Ansiklopedi, (E.) Öğt.Alb. Ataman Aldemir, Araştırmacı-Yazar Aydın Ayhan.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Burak Oktay’ın karikatürleri Gölcüklülerle buluştu


Karikatürist Burak Oktay’ın ‘4 Yanlış 1 Doğruyu…’ isimli karikatür sergisi 3 Kasım 2009 tarihinde Gölcük Belediyesi Sanat Galerisi’nde açıldı. Serginin açılışına Gölcük Belediye Başkanı Mehmet Ellibeş, İlçe Milli Eğitim Müdürü Ahmet Demir, Gölcüklü Karikatürist Özgün Uysal, sanatseverler ve öğrenciler katıldı. Serginin açılış kurdelesini Başkan Ellibeş, İlçe Milli Eğitim Müdürü Ahmet Demir ve sergi sahibi Burak Oktay kesti. Genç yaşına rağmen başarılı karikatürleriyle dikkat çeken Oktay, karikatürleri hakkında katılımcılarına bilgi verdi. Sergi 14 Kasım’a kadar gezilebilir.

35 nci madde açılımı

35 nci madde açılımı

Geçen hafta yazdığım “Alkol kullanmak suç değil, sarhoş olmak ise kabahat” konulu yazımdan sonra bir çok elektronik posta aldım. Okuyucularım konuyu biraz daha açmamı istemişler.

Hangi siyasi görüşten olursa olsun, başa geçen hükümetler, sıcak para olarak gördükleri bazı kaynakları kaybetmek istemezler. Ülkemizde Murat 124 kullanan da benzine aynı vergiyi öder, Mercedes kullanan da. Burada kişinin geliri değil, otosuna yakıt alırken hükümete ödeyeceği vergi önemlidir. Alkol tüketimi konusu da böyledir. Hükümetler alkolden yüksek vergi geliri elde ettiklerinden olsa gerek, tüketimini yasaklamazlar. Hatta son dönemlerde, daha fazla üretilsin, satılsın ve daha fazla vergi geliri elde edilsin diye özelleştirerek farklı şirketlere satıldığını pek çoğunuz biliyordur.

İşte, alkol tüketiminin devlete sağladığı bu yüksek vergi geliri nedeniyle, az önce de belirttiğim gibi iktidarı ele geçiren hiçbir parti, ister sağ, ister sol, isterse dinci kesimden olsun, bu güçlü kaynağı kurutmak istemezler. Bu nedenle ülkemizde mevcut hiçbir kanun alkol tüketimi ve kullanımını yasaklamamıştır. Sadece, ibadethanelere ve okullara belli mesafede olan yerlerde alkollü içeceklerin satışı kanunen yasaktır. Bazı yerlerde de satışı ve içilmesi, Belediye Encümeni tarafından oy çokluğuyla alınacak bir kararla kısıtlanabilir.

5326 Sayılı Kabahatler Kanunu’nun 35 nci maddesi, “sarhoş olup etrafını rahatsız edenlerin idari para cezasıyla cezalandırılacağına” hükmetmiştir. Dikkat edin; bu kanun alkol kullanmayı ve sarhoş olmayı “kabahat” olarak görmüyor. Yani alkol kullanmanın ve sarhoş olmanın bir idari yaptırımı yok. Çünkü evinizde içip, sarhoş olup kendi yatağınızda veya koltuğunuzda da sızıp kalabilirsiniz. Ne zaman ki, sarhoş olduktan sonra çevreyi rahatsız etmeye başladınız, işte o zaman asayişten sorumlu görevliler size idari para cezası uygulayabilirler. Bu aynı zamanda şu demektir: Evinizde; mutfağınızda veya balkonunuzda alkol kullandınız, bir süre sonra da sarhoş olarak naralar atmaya başladınız ve komşularınız da sizi şikayet etti. Şikayet üzerine evinize gelen görevliler, sarhoş olup olmadığınızı tespit ettikten sonra, eğer sarhoş iseniz, üzerine bir de çevreyi rahatsız ettiğiniz için 5326 Sayılı Kanun’un 35 nci maddesine atfen size idari para cezası yazabilirler. Yani kanunda mekan belirtilmemiştir. Kabahat, açık alanda da işlense, kendi evinizde de işlense kabahattir.

Ancak söz konusu kanunda bir eksiklik mevcuttur. Adli Tıp’ta % 100 promil ve Karayolları Trafik Kanunu’nda % 051 promil alkol ve üzeri “sarhoşluk” olarak tanımlanmasına rağmen, Kabahatler Kanunu’nda sarhoşluk olarak tanımlanacak bir promil sayısı mevcut değildir. O zaman yetkililer, bu kanuna göre ceza uygulamak istedikleri taktirde, Kabahatler Kanunu’na sarhoşluk alkol promil sayısı eklenene kadar, yasal olarak yürürlükte olan bu promil değerlerini baz almak zorunda kalacaklardır. Kişi, sahile çektiği arabasında alkol tüketip çevreyi rahatsız ediyorsa, yapılacak alkol testi sonucu kanındaki alkol oranı % 051 promil ve üzeri çıktıysa Madde 35 uygulanabilecek, yok eğer yaya ise, gene yapılacak alkol testi sonucu kanındaki alkol oranı % 100 promil ve üzeri çıktığı taktirde Madde 35 tatbik edilebilecektir. Nasıl ki bir trafik polisi % 051 promilin altında kan alkol değeri olan sürücüye ceza tatbik edemiyorsa, asayişten sorumlu görevli de % 100 promilin altında kan alkol değeri olan bir yayaya yasal olarak ceza tatbik edemez. Kabahatler Kanunu’nu kendine göre yorumlayıp ceza uyguladığı taktirde bu hususu yargıya taşıyarak haklarında kanuni işlem yapılmasını talep edebilirsiniz.

Çok elastik olan bu kanun nedeniyle bazen art niyetli olan veya alkol kullanmayı “günah” kabul edebilecek görevliler, bir lokantada yemek yerken tükettiğiniz bir bardak bira için lokanta çıkışında, veya oturup sahilde içtiğiniz bir kutu bira için size sarhoş olduğunuz gerekçesiyle Madde 35’ten ceza yazabilirler. Bu gibi bir olayla karşılaştığınızda, derhal bölgenizdeki Devlet Hastanesi’ne giderek oradaki hastane polisine başvurup adli tabip alkol muayenesi talep edebilir, buradan alacağınız rapor, Adli Tıbbın belirlediği yasal sarhoşluk sınırın altındaysa (% 100 promil), derhal “usulsüz ve keyfi” ceza yazılması nedeniyle iki nüsha dilekçe ile Sulh Ceza Mahkemesi’ne başvurarak cezanın iptalini, mülki amirliğe başvurarak da görevliler hakkında idari tahkikat yapılmasını talep edebilirsiniz.

Buradan sakın alkol tüketimini ve kullanımını teşvik ettiğim anlaşılmasın. Kişi alkol kullanır ya da kullanmaz; bu, onun kişisel tercihi olduğu gibi, alkollü içecek kullanmanın günah olup olmadığı da gene o kişinin kendi takdiridir.

Burada önemli olan kanunların, yasa uygulayıcılar tarafından usulsüz ve keyfi değil, doğru, hakkaniyetli ve adil olarak uygulanmasıdır. Zira bir gün adalet, haksız uygulama yapan görevliye de lazım olabilir.

Sağlıcakla kalın.

Alkol kullanmak suç değil...

Alkol kullanmak suç değil, sarhoş olmak ise kabahat

İstanbul Avcılar’da, polislerin parkta içki içen bir üniversite öğrencisini dövmesiyle ilgili haberi Ekim 2009 ayının ilk haftasında yazılı ve görsel basında takip etmişsinizdir. Arkadaşlarıyla parkta içki içen 21 yaşındaki Güney Tuna, Yunuslar olarak adlandırılan motosikletli polis ekiplerinin darbeleriyle kendinden geçtikten sonra aynı polisler tarafından karakola götürülerek orada da dövülmüş. Karakoldan çıktıktan sonra fenalaşan Güney Tuna, ailesi tarafından hastaneye kaldırılmış. Yapılan tetkiklerde gencin sol diz kapağı ile sağ fibula kemiğinin aldığı darbeler nedeniyle kırıldığı ve beyin kanaması geçirdiği belirlenmiş.

Tedavi altına alınan Güney Tuna’nın hayati tehlikesi devam ederken, olaya karışan polisler hakkında başlatılan soruşturma sonucu bir polis memuru da tutuklandı.

Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir kanun alkol kullanımını yasaklamadığı halde, alkol içenlere karşı polisimizin gösterdiği bu olumsuz tepki nedendir?

Alkol kullanmak, sadece şeriatla yönetilen devletlerde suç olarak kabul görmektedir. Cumhuriyetle yönetilen ülkemizde ise, mevcut 5326 Sayılı Kabahatler Kanunu’nun 35 nci maddesi “sarhoş olup başkalarının huzur ve sükununu bozacak şekilde davranışlarda bulunanların idari para cezasıyla cezalandırılacaklarına” hükmetmektedir. Bu kanun alkol tüketimini ve kullanımını kısıtlamamakta ve kabahat olarak görmemektedir. Yani alkol kullanmak (buna açık alanda alkol kullanmak da dahil) suç ve kabahat değildir. Adli Tıp’a göre, kişinin kanında % 100 mg promil alkolün üzeri sarhoşluk olarak kabul edilmekte, eğer kişi özel araç sürücüsü ise, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’na göre % 051 promil ve üzeri sarhoşluk olarak kabul edilmektedir. Bu durumdaki kişilere asayişi sağlamaktan sorumlu görevliler tarafından ceza yazılarak idari yaptırım uygulanabilir; ancak kabul edilen değerlerin altında alkol kullandığı tespit edilen kişilere, kanunun öngördüğü alkol promil değerlerinde olmadığı için ceza yazılamaz, idari yaptırım uygulanamaz.

Avcılar olayında, Yunuslar, açık alanda alkol kullanan kişiye, sarhoş olup etrafı rahatsız etmediği sürece, yasal olarak ceza yazamayacakları için, kişiyi (belki de dini inançları nedeniyle alkol kullanmanın günah olduğunu düşündüklerinden) yetkilerini kötüye kullanarak kendilerince cezalandırmak istemişlerdir. Bu bir idari ihlaldir, bir kasıttır. Görevli polis memurları hakkında soruşturma yapılarak bir Yunus’un tutuklanması da, yetkililerin doğru karar verdiğini göstermektedir. Bir istisna vardır ki, o da Belediye Encümeni’nin, şurada şurada ve burada alkol satışı ve tüketimi/kullanımı yasaktır diye karar alması gerekmektedir. O zaman da, Belediye Encümeni’nin kısıtlama getirdiği yerlerde idari yaptırım uygulamaya polis memurları değil, zabıtalar yetkili olmaktadır.

Zaman zaman buna benzer olaylar Değirmendere sahilinde de yaşanmaktadır. Umarım bizim polisimiz uygulayacağı kanun maddeleri hakkında bilgili ve bilinçlidir de, Avcılar’daki gibi tatsız bir olayla karşılaşmayız. Ne vatandaşımız haksız muameleye maruz kalıp mağdur olsun, ne de bilgisiz ve bilinçsizce davranıp vatandaşa haksız muamele ettiği için polisimiz ceza alsın. Polislerimiz, toplumun refah ve huzuru için onlara mutlak ihtiyacımız olduğunun farkında ve bilincinde olarak, alacakları meslek içi eğitimler, oryantasyon eğitimleri ve örnek teşkil edecek davranışları ile, toplumun kendilerine olan inancını ve güvenini sımsıkı ayakta tutmalıdırlar.

İki film birden (!)




İki film birden (!)

Belgrad doğumlu Sırp Yönetmen Goran Paskaljeviç imzalı, 1998 yapımı “Barut Fıçısı” adlı film, Yugoslavya’da, parçalanma öncesi insanların, nasıl ve hangi duygularla yönlendirilip, canavarlaştırıldığını ve parçalanmaya nasıl zemin hazırlandığını anlatıyor.

Milcho Mauchevski’nin yönettiği, 1994 Makedonya-Fransa yapımı “Yağmurdan Önce” adlı film de, tıpkı “Barut Fıçısı” gibi Yugoslavya gerçeğini anlatıyor.

Her iki filmi de izlediğinizde, ülkemizdeki benzerliklere şaşırıp kalıyorsunuz.

Günümüzde artık tarih olan Yugoslavya paramparça edildi, farklı isimlerle farklı devletler kuruldu; dünden bugüne ise sadece iç savaş sonrası sızlayan, kan akıtan yürekler kaldı. Eski Yugoslavya halklarının anılarından kan damlıyor; vicdan muhasebesi yaparak komşunun komşusuna, arkadaşın arkadaşına yaptıklarından pişmanlık duyarak yaşamaya devam ediyorlar. Kıyımları, kan akan toprakları, bilinmeyene yapılan yolculukları, toplu mezarları, kaybedilen sevdiklerini, arkadaşlıklarını, belki de aşklarını unutamadıkları için, artık mutlu olamıyor eski Yugoslavya halklarını oluşturan Sırplar, Slovaklar, Boşnaklar...

Ülkemizde, en küçük bir tartışmanın bile “Türk-Kürt” sorununda düğümlenmesi, sonunun yaralama-yaralanma ve ölümle bitmesi, arkasından gelişen olaylar, suikastlar, aileleri yasa boğan, yürekleri dağlayan acının adeta bir öfke seline dönüşmesi ve sonrası yaşananlar, ülkemizi bölmeye çalışanların ekmeğine adeta yağ sürmektedir. Yaşanan bu acı olaylar, Mauchevski’nin “Yağmur Öncesi” filminin içinden çıkan film kareleri gibidir.

Cumhuriyetimizin kuruluşundan günümüze gelinceye kadar 86 yıl içinde Türkiye’de sanayinin dengesiz gelişmesi, ülkemizin doğusu ile batısı arasındaki gelişim sürecinin fark edilir biçimde birbirinden ayrılması, doğuda nüfusun hızla artması ve toprak ağalığı-maraba gibi feodal yaşam koşullarının bir türlü aşılamaması, işsizlik ve yoksulluğun, açlık ve sefaletin bölgede kol gezmesi neticesinde, ülkemizi “böl, parçala ve yönet” zihniyetinde olan dış güçler, çaresiz kalan bu insanlara istedikleri her şeyi yaptırabilmektedirler. Zaten oradaki insanlar da çaresizlikten dolayı potansiyel olarak her şeyi yapmaya hazırdırlar. Ülkemizin doğusu, uluslararası ilişkilerde sürekli “paylaşıma açık alan” olarak görülmesi nedeniyle, sömürgeci ve yayılmacı devletlerin iştahlarını kabarttığından, toprağıyla, insanıyla sömürgeleştirilmek için yüzlerce yıldır birlikte kardeşçe, dostça yaşayan, birbirlerinden kız alıp vermelerle artık akraba olup birbirleriyle iyice kaynaşan insanlar, bu değerlerinden kopartılarak ayrı bir devlet kurma vaatleriyle yalnızlaştırılmaya çalışılmaktadırlar. Nedense yakın tarihte yaşanan Yugoslavya gerçeği hep göz ardı edilmektedir.

Ne ilginçtir ki, ülkemizde de ne zaman farklı etnik kökenlere sahip vatandaşları kaynaştırmaya yönelik bir adım atılsa, arkasından mutlaka birileri tarafından (artık o birileri kimse) “devlet görevlisine suikast, masum vatandaşlara yönelik bombalı tuzaklar” gibi, geride gözü yaşlı eşler, çocuklar, anneler ve babalar bırakan sinsi olaylar meydana getirilerek suni bir karışıklık, kaos yaratılmaya çalışılmaktadır. Ancak “Kürt açılımı” kaynaştırmaya yönelik bir adımdan ziyade, T.C. sınırları içinde eşit haklara sahip tüm etnik kökenlerden farklı olarak, Kürtlere ayrıcalıklar tanınmasını çağrıştırmaktadır. Türkiye’nin resmi dili “Türkçe” olduğuna göre, sınırlarımız içinde sadece Kürtlere ana dilinde eğitim hakkının devlet tarafından verilmesi, Abaza, Çerkez, Laz. Gürcü v.b. diğer etnik kökenlere ise bu hakkın verilmemesi, Anayasa’nın eşitlik ilkesine de aykırıdır. Görüldüğü üzere bu açılım kaynaştırmadan çok ayrıştırmaya yönelik gibi gözükmektedir. Beğenmediğimiz kapitalist A.B.D. bile farklı milletlerden, farklı etnik kökenlerden insanları bir devlet bir bayrak altında toplamayı başarabildiğinden, etnik kökeninin ne olduğu bariz bir şekilde belli olan sarı benizli, çekik gözlü bir Çinli bile, nereli olduğunu sorduğunuzda, gururla “Ben Amerikalıyım” diyebiliyorsa, bir Laz, Gürcü, Çerkez, Abaza v.b. leri de “Ben Türk’üm” diyebiliyor, ancak Kürt kökenli vatandaşımız bunu kabullenemiyorsa, demek ki geçmişten günümüze bir yerlerde bir şeyleri yanlış uygulamışız demektir.

Paskaljeviç’in “Barut Fıçısı” filmi, adeta senaryosuna sadık kalınarak, zaman-mekan ve oyuncu değişikliği ile sanki bir kez de “dış güçler” adlı yönetmen tarafından ülkemizde çekilmeye çalışılmaktadır.

“Yağmurdan Önce” bu ülkede pek çok canlar kaybedildi; nice asker, polis, öğretmen ve diğer kamu görevlileri ile vatandaşımız bu ülkenin bölünmemesi için verdikleri mücadele sonucu, arkalarında gözü yaşlı insanlar, dul eşler, öksüz ve yetim evlatlar, acılarına taş basmış ana-babalar bırakarak bu dünyaya gözlerini yumdular. Hatta kanlı terör örgütü P.K.K.’nın hiç acımadan kundaktaki bebekleri bile katlettiğini gördük. Evet, “Yağmurdan Önce” her yönüyle tıpkı Yugoslavya’da olduğu gibi böylesine büyük bir acıydı işte.

Ancak şu da unutulmamalıdır ki, “Yağmur sonrası”nda farklı kültürlerden ve etnik kökenlerden oluşan insanların, birlik ve beraberlik duyguları içinde “terör” korkusu olmadan yaşayabilmeleri için, bir kenarda patlamaya hazır bekleyen o malum “Barut Fıçısı”nın fitilinin de bir an önce ve mutlaka söndürülmesi gerekmektedir. Ama bu, zaten eşit haklara sahip olan vatandaşlara “açılım” adı altında, diğer insanlardan farklı olarak bazı imtiyazlar tanınması olmamalı; daha sağlıklı, daha uygulanabilir, ve daha kalıcı somut yollara başvurulmalıdır.

Yoksa, yattıkları yerlerde kemikleri sızlayan binlerce şehidimiz, sizleri asla affetmeyeceklerdir. Bunu da unutmayın...

BİR ÖYKÜ YARATMAK : “TÜNEL”

BİR ÖYKÜ YARATMAK : “TÜNEL”


Bir öykü nasıl yaratılır diye hiç düşündünüz mü? Bir kısmınız bu soruyu “evet”, bir kısmınız da “hayır” diye yanıtlayacaktır. “Hayır” diye yanıtlayanlar için burada kısaca bir öykü yaratmanın nasıl olduğuna değinmek istiyorum. Genelde yazarlar, bir öykü yaratmadan önce kendilerine bir mekan ve öykü içinde yer alacak kahramanlar seçerler. Bunu yaparken de özellikle geçmişte ya da şimdi yaşadıkları mekanları, yakından tanıdıkları ve gözlemledikleri kişileri veya kendilerini öykünün içine katarlar.

Aşağıda okuyacağınız “Tünel” isimli öykü hayal ürünü olmasına rağmen, öyküde yer alan mekan ve yerler ile kişinin başından geçen “kolunun dirsekten kesilerek yaralanması, boğulma tehlikesi atlatması, mahalleler, babaannenin evi, günlük gazeteler v.s.” tamamanen gerçektir. Söz konusu tünel, Balıkesir’in Bandırma ilçesinde, Sunullah Mahallesi ile “aşağı istasyon” tabir edilen liman arasında, Paşabayır Mahallesi’nin altında yer almaktadır. Çocukluğumda, ağabeyim ile birlikte aşağı istasyonda mevcut “Yeşil Fener” denilen dalgakırana balık tutmaya veya yüzmeye gider, dönüşte de yolu uzatmamak için (ben çok korkmama rağmen) tünelin içinden geçerdik. Tünel çok uzun olduğu için, içine girmeden önce bir ucundan baktığınızda, öbür ucundaki çıkışı beyaz bir nokta gibi görünür, ister istemez insanın içi ürperirdi.

Yıllar, yıllar sonra çocukluğumun korkulu rüyası olan bu tüneli fantastik bir öykü haline getirmek istedim ve ortaya aşağıda okuyacağınız öykü çıktı. Yorumu sizlere bırakıyorum; iyi okumalar...


Fantastik Öykü : TÜNEL

Yolcu otobüsü Altıyüzevler’i geçmiş, Bandırma Otogarına yaklaşıyordu. Bursa Tıp Fakültesi’ne muayene olmaya gitmişti. Oturduğu koltuktan dikkatlice çevresine bakındı:
-“Hiç de çocukluğumun geçtiği yerlere benzemiyor” diye düşündü.
Yolun sağı solu evlerle dolmuştu, hatta fabrikalar bile vardı.
Otobüs otogara girdiğinde içini büyük bir heyecan kaplamıştı. Kendisine göre iki gün önce, ama gerçekte otuz yıl önce verdiği sözü yerine getirmeliydi. Her şeyin umduğu gibi olmasını diledi.
-“Otuz yıl mı?” diye geçirdi içinden ve dudaklarında garip bir gülümsemeyle “Galiba deliriyorum ya da her şey bir rüyadan ibaretti” diye düşündü. Henüz 29 yaşındaydı.
-“Oysa ben o zaman daha doğmamıştım.”
* * *
29 yaşındaki genç adam, bugün yaşadığı deneyimi düşünerek dalgın bir şekilde Bandırma’nın Aşağı İstasyon denen semtinden tünel istikametine doğru yürüyordu. Çok değil, daha bir saat önce ölümle yüz yüze gelmişti; neredeyse boğuluyordu.
Ağustos sıcağından bunalmış ve çocukken ağabeyi ile sık sık takıldığı, Bandırmalıların Yeşil Fener dediği mendireğe gitmişti. Küçükken midye çıkartıp, taşların üzerine koydukları bir teneke üzerinde bu midyeleri pişirirler ve açılan kabukların arasından o mis gibi kızarmış midye etini çıkartarak yerlerdi.
Çocukluğunun geçtiği bu yerde anılarını tazelerken, eskiden sık sık yüzdükleri iki dok arasına bakmış,
-“Acaba gene aynı mesafeyi yüzebilir miyim?” diye düşünmüş, sonra sağ kolunun dirseğine bakmıştı.
-“Sakın beni mahçup etme ha...”
Yeşil Fenerde, kayaların başladığı yerdeki son beton bloktan balıklama denize atladıktan hemen sonra, karşı dokta bulunan beton bloklara doğru kulaç atmaya başlamıştı. Ne varki yıllar önce kesilen sağ koluna, tam da karşı bloklara 15-20 metre kala kramp girmiş, sol koluyla da kulaç atamamaya başlamıştı.
Betonların üzerinde güneşlenen gençler boğulmak üzere olduğunu farkedip denize atlamasalar ve dışarıya çıkartmasaydılar çoktan ölmüş olacaktı. Bir süre betonun üzerinde soluklanıp gençlere tekrar tekrar teşekkür ettikten sonra, ağır ağır yürüyerek Yeşil Fenere dönmüş, elbiselerini yarım saat önce bıraktığı yerden alarak giyinmişti.
Şimdi tren yolunun makas ayırımındaydı. Ya sola, liman tarafına dönecek ya da yolu kısaltmak için tünelin içinden geçmeyi tercih edecekti. Çocukken korktuğu için asla bu tünelin içinden yalnız geçmezdi; ama şimdi yetişkin bir insandı ve Bentbaşı Mahallesinde oturan babaannesinin evine daha çabuk gitmek için kısa olan yolu, tüneli tercih etti.
Güneşin kavurucu sıcağından sonra tünelin içi çok serin gelmiş, tüneli tercih ettiğine sevinmişti.
Tünelin öbür ucuna doğru yürürken tam ortada, yerden tavana kadar yükselen bir duman kütlesi farketti.
-“Herhalde birileri tünelin içinde bir şeyler yaktı” diye düşündü. Dumanın içinden geçerken vücudunun karıncalandığını hissetmişti.
Az sonra tünelden çıktı. “Karşı yolda yürürsem, önce Sunullah Mahallesine, oradan da Pazartesi Pazarına geçerim” diye düşündü.
Yoldan karşıya geçerken bir gariplik olduğunu farketti. Yolunda gitmeyen birşeyler vardı ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu.
Bir süre yürüdükten sonra o garipliğin ne olduğunu farketti. Çevresindeki her şey çok farklıydı; burası bildiği mahalle değildi. Evler eski ve tek katlıydı, yol ise asfalt değildi. Az ileride küçük bir bakkal gördü, camına yaklaştı. Önce içeriye bir göz attı ve tezgahın üzerinde bir gazete gördü : “Hakikat.”
-“Benim bildiğim Bandırma’nın iki gazetesi var. Birisi “Gerçek”, diğeri ise “Gürses”. Bu gazeteyi hiç duymamıştım, yeni mi yayınlanmaya başladı acaba?” diye sesli bir şekilde düşündü.
Bakkal, içeride bulunan başka bir müşteriyle ilgilenirken “Hakikat” gazetesini tezgahın üzerinden alarak şöyle bir göz gezdirdi ve birden gazetenin tarihi dikkatini çekti : “21 AĞUSTOS 1961.”
-“1961 mi? Ama olamaz, biz 1991 yılındayız. Bu gazete otuz yıl öncesine ait. Ben 1962’de doğdum. Bu gazete ben doğmadan bir yıl önce basılmış.”
İçerideki müşterinin dışarı çıkmasını bekledikten sonra bakkala yaklaştı :
-“Afedersiniz bayım, size bir şey soracağım” dedi. “Bu gazete yeni mi?”
-“Tabii ki” dedi bakkal, “gazete bugüne ait.”
-“Ama... Ama, bu imkansız” dedi genç adam. “Yani biz şimdi 1961 yılında mıyız?”
-“Git işine kardeşim, başına güneş mi geçti?”dedi bakkal, biraz kızgınca.
-“Benim başıma güneş filan geçmedi bayım. Belki size saçma gelecek, belki de beni deli sanacaksınız ama ben 1962 doğumluyum ve deli de değilim. Eğer biz 1961 yılındaysak, benim de henüz doğmamış olmam lazım. Yaşım 29 ve gördüğünüz gibi yetişkin bir insanım.”
-“Bak kardeşim, dalga geçeceksen git başkasını bul. Benim işim gücüm var, şimdi seninle uğraşamam.”
-“Ama ben sizinle dalga geçmiyorum. Bunu size kanıtlayabilirim. Bakın bu nüfus kağıdım; İşte bakın doğum tarihi 5 Temmuz 1962 yazıyor.”
-“Ver bakayım. Evet 1962 yazıyor ama, ya nüfus memuru doğum tarihini yanlış yazmışsa. Duyduğuma göre böyle hatalar sıkça olurmuş.”
-“İnanınki size doğru söylüyorum. Ben 1962 doğumluyum ve 1991’de yaşıyorum. Nasıl oldu bilemiyorum ama bir şekilde zaman içinde yolculuk yaparak geçmişe geldiğimi sanıyorum. Ne olur inanın bana.”
-“İnanmak mı? Zaman içinde yolculuk mu? Ben böyle bir şeyin olabileceğine ihtimal vermiyorum.”
-“Bakın, ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, ben yaşadığım zamana geri dönmek zorundayım. Mutlaka bir yolunu bulup bunu gerçekleştirmeliyim.”
-“Sen öyle diyorsan...” dedi bakkal, bir yandan da “Nereden buldu bu deli beni? Çattık belaya” diye düşünüyordu.
-“Dinleyin” dedi genç adam. “Benim size bir önerim var. Size arkasında adım, soyadım yazan bir fotoğrafımı vereyim, onu saklayın. Bir yolunu bulup kendi zamanıma gidebilirsem otuz yıl sonra sizi burada ziyaret edeceğim. Bana inanmasanız da bu fotoğrafımı saklayın. Gelecekte size ulaşabilirsem benim deli olmadığına inanırsınız.”
Bakkalın biraz şaşkın, biraz da şüpheci bakışları altında kendisiyle vedalaşan genç adam bakkal dükkanından ayrıldı. Niye böyle olduğunu bir türlü anlayamıyor ve yaşadığı olaya bir anlam veremiyordu.
Biraz sonra ayaklarının kendisini tekrar tünele getirdiğini farketti. Bugün içinden geçtiği duman ya da her neyse hala tünelin ortasında duruyordu. Uzun uzun dumana baktıktan sonra hiç tereddütsüz tekrar tünele girdi ve dumanın içinden geçerek Aşağı İstasyona doğru yürümeye başladı. İçinde tarif edilemez bir ümit belirmişti.
Tünelden çıktığında liman tarafına doğru yürümeye başladı. Çevresine baktığında gördüğü binaların kendisine çok tanıdık geldiğini farketti; hatta yanmış un fabrikası, Tekel binası bile yerli yerindeydi.
-“1991’e hoş geldin dostum” dedi kendi kendine.
* * *
Genç adam, otogardan sahile doğru yürüyerek itfaiyenin olduğu yere geldi; az sonra eski garajın yanından inerek çocukluğunun geçtiği Bentbaşı Mahallesine geldi. Babaannesinin eskiden iki katlı evinin bulunduğu yerde şimdi yükselen beş katlı binanın önünden geçti : “Ülkü Apartmanı.”
Babaannesi sağlığında evi kat karşılığı bir müteahhide vermiş, yerine aynı binadan bir daire almıştı. Aralarında yaptıkları sözleşme gereği binaya babaannesinin ismi verilmişti.
-“Rahmetli Ülkü ninem” dedi. “Kendisi öldü ama ismi hala bu apartmanda yaşıyor.”
Çok değil, on dakika sonra Pazartesi Pazarını geçmiş, Sunullah Mahallesine gelmişti. Gözleriyle bakkal dükkanını aradı. Birden bakkalın olması gereken yerde bir market gördü : “Hakikat Market.”
İçeride, kasanın önünde 70 yaşlarında bir adam oturuyor ve karşısında ayakta duran birisiyle konuşuyordu. İhtiyarlamıştı ama işte oydu, o bakkaldı.
-“İyi günler” diyerek içeriye girdi.
İhtiyarın yanındaki adam :
-“Buyurun” dedi, “Ne istemiştiniz?”
-“Aslında ben bir şey almayacağım, amcayı ziyarete geldim.”
-“Haa, babamla mı görüşeceksiniz?” dedi marketçi. Sonra babasına seslendi :
-“Baba, bak birisi seni ziyarete gelmiş.”
İhtiyar tanımaz gözlerle baktı genç adama.
-“Tanıyamadım sizi evladım” dedi. “Beni niye arıyorsunuz?”
-“Ben şey için geldim amca, nasıl söylesem? Bundan otuz yıl önce siz burada bir bakkal dükkanı işletiyordunuz, değil mi?”
-“Doğru evladım. 15 sene önce bakkalımızı yıkıp yerine iki katlı bir bina yaptık. Gördüğün gibi burasını da market yaptık, oğlum işletiyor. Üst katta da oturuyoruz. Ben de zaman geçirmek için kasaya bakıyorum. Ama sen bunu neden soruyorsun? Aşağı yukarı sende otuzlu yaşlardasın; otuz yıl önce burada bakkal dükkanım olduğunu nereden biliyorsun?”
-“Bir düşün bakalım amcacığım; bundan tam otuz yıl önce birisi sana gelip de ben daha doğmadım, 30 yıl sonra gelip bunu ispat edebilirim dedi mi?”
-“Evladım, aradan çok uzun zaman geçti; tam olarak hatırlayamıyorum ama galiba birisiyle aramızda böyle bir konuşma geçmişti.”
-“O kişi size saklamanız için bir de fotoğrafını vermişti, değil mi?”
-“Evet, tabii ya. Şimdi iyice hatırladım, ama sen bunları nereden biliyorsun?”
-“1961 yılında sizi ziyaret eden kişi bendim de, o yüzden biliyorum.”
-“Sen mi? Ama bu nasıl olur? Ben bunun bir saçmalık, hatta bir delilik olduğunu düşünmüştüm; böyle bir şey gerçek olabilir mi?”
-“İnanınki oldu amcacığım. O fotoğrafı hala saklıyor musunuz?”
-“Evet, galiba fotoğraf albümlerinden birisinin içinde olması lazım. Oğlum, yukarıdan albümleri alıp getirir misin?”
Konuşmalara bir anlam veremeyen marketçi üst kattaki evlerine çıkarak albümleri alıp, tekrar markete döndü.
Yaklaşık yarım saat kadar albümleri karıştırdıktan sonra yaşlı adam 1961 yılında kendisine verilen fotoğrafı buldu; bir genç adama bir de fotoğrafa baktı. Evet, karşısında duran kişi oydu. 1961 yılında kendisine “1991’den geldiğini ve 29 yaşında olduğunu” söyleyen adam, aradan geçen 30 yıla rağmen nasıl olup da hiç yaşlanmadan otuz yıl önceki fiziksel görünümüyle ve hala 29 yaşında olarak karşısında durabiliyordu?
Genç adam, ihtiyar ve marketçi oğlunun şaşkın ve inanmaz bakışları arasında ;
-“Size deli olmadığımı söylemiştim” dedi.
Onların bir şeyler söylemesine fırsat vermeden marketten çıkarak yolun yukarısına doğru yürüdü. Az sonra tünelin önüne gelmişti. Upuzun, kapkaranlık bir koridor gibi duran tünel karşısındaydı işte.
Ve o duman da hala tünelin ortasındaydı. (05 ARALIK 2001)
SON
NOT : Bu öykü, “3 ncü Ömer SEYFETTİN Öykü Yarışması” için yazılmıştır.

Kocaeli'de Burak OKTAY'dan Karikatür Kursu




Karikatürist Burak OKTAY ve Kocaeli-Gölcük Sanat Galerisi nin işbirliğiyle düzenlenecek olan karikatür kursları için başvurular başladı.

Karikatür ve mizahı özellikle gençlere tanıtmak; yeni çizerleri ortaya çıkarmak amacıyla açılacak kursta birkaç farklı program söz konusu. Aralık ayında başlayacak derslerin ilki 7 Aralık 2009 Salı günü başlıyor. Çizerlik temellerinin öğretileceği derslerdeki faaliyetler eğitim boyunca http://www.komiksanat.com/ da fotoğraflar ile yer bulacak. Kurs bitiminde ise katılımcıların eserlerinden oluşan bir sergi Kocaeli de açılacaktır. Misafir çizerlerin de yer alacağı dersler ile ilgili her türlü yayın, kurs tarafından sağlanacak, programda yer alacak etkinlikler ise şöyle sıralanacaktır;Temel çizim çalışmaları Yüz İfadeleri. Karakter yaratma ve portre karikatürü. Temel hareketler. Hareketleri komikleştirme. Espri oluşturma. Konu ve fikir vurgulanması. Arka planlar. Binalar, evler ve doğa çizimleri. Hayvan ve nesne figürleri. Tek karede anlatım. Öykülü çizim. Bant oluşturmak ve anlatımı. Taramalar. İç mekân perspektifi. Dış mekân perspektifi. Diyalog, konuşma balonları. Yazısız anlatım. Konuya özgü çizgi ve anlatım tarzları. Espri bulma ve geliştirme. Çizgi karakterleriyle çocuk eğitimi 12 hafta boyunca 90 dk lık derslerden oluşan kursta kesinleşen programlar; Pazartesileri 10:00-11:30 / 14:00-15:30 / 16:00-17:30. Telplerin yoğunluğuna göre, yeni programlarda açılabilecektir. Başvuru için aşağıdaki formun doldurulması ya da bilgilerin aşağıdaki irtibat yollarından ulaştırılması gerekmektedir. Kontenjanlar sınırlıdır.

Ayrıntılı bilgi için Müracat : Gölcük Sanat Galerisi ve Gölcük Fen Bilimleri Dershanesi Tel : 0212 414 19 89 ---- 0544 424 28 46e-posta : burakoktay2@hotmail.comWeb : http://www.komiksanat.com/

DENİZ ASTSUBAY OKULLARI ÖĞRENCİLERİ, 43 YILDAN BERİ BENİM TASARIMIM OLAN ŞAPKA KOKARTINI KULLANMAKTALAR

Tüm kuvvetlere ait askeri öğrencilerin şapka kokartlarında Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil eden  ve yukarı doğru baktığı için bağımsız bir...