26 Mayıs 2008 Pazartesi

Kalbimizdesin


Sallanan Ekonomi


Misyon, vizyon, öz değerler


Politikacıya inanılır mı?


Kadın asker - Dişçi


Hırsız ve çırağı - Fala inanma, falsız da kalma


İkiz kuleler


Kara Te'ci


Garantili intihar


Bilgisayar faresi


Avcı


Bitmeyen Deprem


Fason enflasyon


69 kuşağı


Zamlar ve politika


Hamlet


Super (Wo) man


Kaptan'ın seyir defteri


Neden et yiyemiyorlar?


Bir zamanlar ekonominin superman'ıydı...


Sallanan Ekonomi


Deprem-zede ve deprem-zade


Promosyonlar mecburen yön değiştirir


Son Arzu


Evrensel Sevgi


Kimmeryalı Barbar CONAN


Yanlışlık sayfa:1


Yanlışlık sayfa:2


Yanlışlık sayfa:3


Çanakkale Savaşları sayfa:1


Çanakkale Savaşları sayfa:2


Çanakkale Savaşları sayfa:3


25 Mayıs 2008 Pazar

Bir Fıkranın Düşündürdükleri


1978 yılının Temmuz ya da Ağustos ayı. Yer İstanbul; Beşiktaş’ın Kabataş semti. Çivi Mizah Gazetesi’ndeyim. O zamanlar Çivi, Dünya Gazetesi’nin yan yayını olarak çıkıyordu. Ekibinde kimler yoktu ki; Müjdat GEZEN, Semih BALCIOĞLU, Şefik DÖĞEN, Mahmut KARATOPRAK, Cafer ZORLU, Zeki BEYNER ... Hatta, ünlü bir ses sanatçısı olmadan önce Ercan TURGUT bile Çivi’nin çizer kadrosundaydı.

İlk karikatürüm aynı yıl Milliyet Çocuk Dergisi’nde yayımlanınca cesaret gelmiş ve 15 yaşımda Cağaloğlu’ndaki mizah dergileri ile Kabataş’taki Çivi gazetesi arasında mekik dokur hale gelmiştim. Çizdiğim karikatürleri genelde Çivi’ye götürürdüm. Beni çok sık görmeye iyice alışan tiyatrocu Şefik DÖĞEN “Ooo, gene bizim Bandırmalı gelmiş” diye takılır, şakalaşırdı. Bu gel gitlerim arasında Mahmut Ağabey’in (KARATOPRAK) çok başını ağrıttım ama, gene de karikatür çizim teknikleri konusunda hiçbir zaman benden ilgisini ve yardımlarını esirgemedi. Çivi’ye karikatür götürmesem bile, sırf o hoş sohbet insanların arasında bulunmak, sohbetlerini dinlemek için sıkça yanlarına gider olmuştum.

İşte, bu bahsettiğim aylardan birisinde Çivi’nin ekibi gene kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Bir ara sözü Müjdat GEZEN aldı:

-“Arkadaşlar, size bir fıkra anlatacağım” dedi. Herkes susunca da başladı anlatmaya:

Bir adam Bursa, Yenişehir’den İstanbul’a gezmeye gelmiş; Karaköy civarında dolaşıyormuş. Yoldan geçen birisine “Hemşerim, burası neresi?” diye sorunca “Karaköy” yanıtını almış. Acaba yanlış mı duydum diye bir sağına, bir soluna bakmış, bulunduğu yer hiç de köye benzemiyor. Az sonra aynı soruyu sorduğu ikinci kişiden de “Karaköy” yanıtını alınca, “Ulan” demiş, “Yenişehir gibi bir yere şehir, Karaköy gibi bir yere de köy diyenin, taaaa ağzına tüküreyim.”

Tabi orada bulunan herkes makaraları koyuverdi. Müjdat GEZEN’in fıkrayı kendine has mimikleri ile anlatması fıkranın boyutunu değiştiriyordu. Fıkra o kadar komik olmamasına rağmen Müjdat Ağabey, kendisine has kişiliğiyle herkesi güldürmeyi başarmıştı.

Bu fıkrayı dinledikten üç sene sonra, 1981 yılında bir arkadaşımın davetlisi olarak Bursa, Yenişehir’e gittim ve bir hafta sonu kendilerinde misafir olunca, fıkradaki Yenişehirli adamın boşuna hayıflandığını anladım. Bursa’ya bağlı güzel ve temiz bir ilçeydi Yenişehir. Misafir olduğum evin bulunduğu mahallede, çoğunluğu Bulgaristan’dan göç eden vatandaşlarımız oturuyordu. Evler bahçeli, tek ya da iki katlıydı. En hoşuma giden ise, burada ikamet eden insanların konutlarının önünü kendilerinin süpürerek, yaşadıkları sokağı sürekli olarak tertemiz tutmalarıydı.

O günleri, Çivi Mizah Gazetesi’ndeki o güzel insanları özlüyorum. Karikatür ve mizahın temelini onlardan aldım. Kimbilir, belki bir gün bir yerde onlarla gene karşılaşırım. Ve belki de kimbilir bir gün bütün insanlar kendi sokaklarını Yenişehir’de yaşayan insanlar gibi tertemiz tutarlar, köyde ya da şehirde yaşıyorum diye üzülmezler.

İnsanlar iyi şeylere layıktırlar. Sağlıcakla kalın.

23 Mayıs 2008 Cuma

Gramer Hataları

Günlük konuşmalarımızda vurgulayarak kullandığımız gramer işaretlerini, nedense yazarken kullanmayı unutuverir ve istemeden de olsa, okuyucuda anlam karışıklıklarına yol açarız..

Gramer; günümüzde gençlerin çok önemsemedikleri bir konudur. Bir çok gazete ve dergi de bu konuya dikkat etmeyerek yanlış anlaşılmalara neden olmaktadır. Çoğu dergi ve gazetede, yazılar dizildikten sonra, gramer bilen bir düzeltmen tarafından kontrol edilerek, gramer hataları düzeltilmektedir.

Ancak, karikatür ve çizgi romanlardaki yazılar, çizeri tarafından yazıldığı için, düzeltmen bunlara dokunamamakta ve yanlışlar o şekilde okuyucu karşısına çıkmaktadır. Tüm bu hataların giderilmesi yazarların, çizerlerin ve dizgicilerin gramer öğrenmeleriyle mümkün olacaktır.

Burada kısaca konuya değinerek birkaç örnek vermek istiyorum:

1. “Ki” bağlacı :

Dilimizde biçim benzerliği yüzünden çoğu kez birbirine karıştırılan ve aynı şey olduğu sanılan iki tane “ki” vardır.

a. Bunlardan biri, başlı başına kelime sayılan, Farsça’dan dilimize geçen “ki” dir. Cümleleri ve cümlecikleri birbirine bağlayıp, onlar arasında anlam ilgisi kuran bu “ki” bağlaç görevindedir; daima ayrı yazılır.

ÖRNEK : Bir makale okudum, ki çok uzun yazılara bedeldi.

b. Diğer “ki” ise, ek durumunda olan ilgi ekidir. Ünlü uyumuna bağlı değildir. Bu “ki” daima birleşik yazılır.

ÖRNEK : Bununki, onunki, yoldaki, halbuki....

2. Ayrı yazılan “da-de (dahi)” :

“Da-de” Türkçe’de bağlaç, ilgeç olarak kullanılır. Başlı başına kelime durumundadır. Daima ayrı yazılır. Çoğu zaman ismin “de hali” ile karıştırılır.

ÖRNEK : Görsem de inanmam. Ali de geldi.

3. “Mı” soru eki :

Bu ek, ünlü uyumuna girerek “mı, mi, mu, mü” biçimini alabilir. Soru eki daima ayrı yazılır.

ÖRNEK : Yazdın mı? Bunu biliyor muydunuz?

4. “^” inceltme işareti (şapka) :

Günlük konuşmalarımızda “^” inceltme işaretini (şapkayı) vurgulayarak kullanmamıza rağmen, nedense bu işareti yazı yazarken unuturuz. Bu da, aşağıdaki örneklerde de görüleceği gibi, çoğu zaman okuyucuda anlam karışıklıklarına yol açabilmektedir.

ÖRNEK :

a. Kârınızı benimle paylaşır mısınız? (Elde ettiğiniz üremi benimle paylaşır mısınız?)

b. Karınızı benimle paylaşır mısınız? (Eşinizi benimle paylaşır mısınız?)

c. Hâlâ burada mısın? (Şimdi bile burada mısın?)

ç. Hala burada mısın? (Hala (babanın kız kardeşi) burada mısın?)

5. “Sini-sine/sını-sına müteakip”:

En çok yapılan hatalardan birisi de “sını müteakip” yerine “sına müteakip” tabirinin kullanılmasıdır.

ÖRNEK :

a. Cenaze namazına müteakip (yanlış)

b. Cenaze namazını müteakip (doğru)

c. Teşriflerine müteakip (yanlış)

‘ç. Teşriflerini müteakip (doğru).

6. “,” virgül işareti :

Büyük bir hata da, virgül işaretini yanlış yere koymaktan ileri gelmektedir. Yanlış yere konulan virgül işareti de cümlelerin anlamını değiştirmektedir.

ÖRNEK :

a. Adam ol, baban gibi eşek olma. (Baban eşekti, sen ona benzeme, adam ol)

b. Adam ol baban gibi, eşek olma. (Baban adamdı, sen de onun gibi ol, eşek olma).

Diliniz hep arı olsun.

Bir Zabitin Cep Defterinden Notlar: "İrtica Haberi"

Yazar Ömer Seyfettinin askerlik yıllarında ""İRTİCA HABERİ"" adı altında tuttuğu not defteri üzerine bir inceleme.

Yeni akım Türk öykücülüğünün belli başlı önderlerinden olan yazar Ömer SEYFETTİN, 1884 yılında Balıkesir’e bağlı Gönen’de doğdu. Babası Binbaşı Ömer Şevki Bey’in görevi nedeniyle ailesiyle birlikte 1892’de İstanbul’a giden Ömer SEYFETTİN, 1893 yılında Aksaray’da Mekteb-i Osmaniye adlı özel okulu bitirdi.

Daha sonra Eyüp Askeri Rüştiyesi’ne, Edirne Askeri İdadisi’ne ve Mekteb-i Harbiye-i Şahane’ye (Harb Okulu’na) giden Ömer SEYFETTİN, 1903-1906 yılları arasında Mülazım-ı Sani rütbesiyle Kuşadası Redif Taburu’nda ve daha sonra sırasıyla İzmir Jandarma Okulu’nda öğretmen olarak, Selanik, Manastır, Pirlepe, Köprülü ve Cumayı Bala’da çeşitli görevlerde bulundu.

1909 yılında Hareket Ordusu’yla yeniden İstanbul’a dönen Mülazım Ömer SEYFETTİN, Genç Kalemler Dergisi’nde çeşitli konularda yazılar yayınlamaya başladı.

1920 yılında genç yaşında yaşama veda eden ve kısacık ömrü süresince arı Türkçe’yle toplumsal sorunları okuyucularına en duru biçimde sunan Ömer SEYFETTİN, ulusal uyanış ve islami-gelenekçi unsurlara da yazılarında geniş yer veriyordu.

Topuz, Falaka, Kaşağı, Pembe İncili Kaftan, Tosun Bey, Beyaz Lale, Gizli Mabet gibi öyküler, adına her yıl Gönen Belediyesi tarafından öykü yarışması düzenlenen Ömer SEYFETTİN’in en çok bilinen öyküleridir.

Aşağıda okuyacağınız yazılar, Ömer SEYFETTİN’in Köprülü’de mülazım rütbesi ile görev yaparken cep defterine “İRTİCA HABERİ” başlığı ile yazdığı 1 ve 2 NİSAN 1325 (1909) tarihli notlarından alınmıştır. Söz konusu notlar 1327 (1911) yılında Genç Kalemler Dergisi’nin III ncü cildinin 13 ncü sayısında yayınlanmıştır. Notları okuduğunuzda, günümüzde laik Türkiye Cumhuriyeti’ni tehdit eden en önemli unsurların başında yer alan irticanın (gericiliğin), Balkan Savaşı öncesinde de yaşadığımız toprakları tehdit eden çok tehlikeli bir unsur olduğunu daha iyi anlayacaksınız.

Yazarın, 1 NİSAN 1325 (1909) tarihli notlarından, İttihat ve Terakki Cemiyeti Köprülü Merkezi’nin, Genel Merkez ile haberleşirken ordu ve halkın meşrutiyetin iadesi için İstanbul’a gideceğini, İttihadi Muhammedi Cemiyeti’nin Avcı Taburu efradını iğfal ederek “şeriat isteriz” diye meclise hücum edip Adliye Nazırı’nı katlettiklerini öğreniyoruz.

Ömer SEYFETTİN, “... gözlerimin önüne dumanlı bir Balkan haritası geliyor; Türkiye’nin parçalandığını, bu müthiş ve namevcut haritanın kırmızı ve ateşin çizgili hudutlarının hafif ve çirkin bir el ile bozulduğunu, değiştirildiğini görüyorum gibi oluyordum...” notlarıyla, kalbinde açıkça duyduğu sızlamayı ve ıstırabı dile getirmeye çalışarak yazdığı “... beş altı ay evvel irtica ve taassubun feveranıyla (çok kızmak), bir saat içinde öldürülenleri nasıl alayla buraya gömdüğümüzü hatırladım...” diye devam ederek, gericilerin nasıl bir toplu katliam yaptıklarından bahsetmektedir.

Yazar, 2 NİSAN 1325 (1909) tarihli notlarında ise, aynı sabah Köprülü’de bir miting yapıldığını, bu mitingde “meşrutiyete, milletin ümidine vurulan bu yeni ve tahammül olunmaz darbenin (irtica hareketinin) sorumlusunun Sultan Hamit olduğu” şeklinde ithamlar olduğundan bahsetmekte ve “İttihat ve Terakki Cemiyeti Kaza Merkez İdaresi’nin pencereleri kapalı idi. Yanımdaki medrese odalarından ihtiyar ve genç hocalar, sarıklı adamlar, bozuk çehrelerle bu kalabalığı seyrediyorlar, katiyen alkışlara iştirak etmiyorlardı... Medrese pencerelerinden bakan sarıklıların neşesizlikleri bende edebi bir hatıra uyandırdı... Piyer Loti’nin “Aziyade”sini de okumuştum... Loti, eski bir Türk kahvesine girmiş; oradaki sarıklı ihtiyarlar, Mithat Paşa’nın Kanun-i Esasi’si ile eğlenmişler, atılan toplara karşı müsterihane çubuklarını çekerek gülmüşler... Fakat, ben de bu medrese odasından bakan sarıklılarda meşrutiyete ve içtimaa karşı aynı tahkir ve garazı gördüm...” şeklinde düşüncelerini ifade etmektedir.

Yazarın bu notlarından çıkartabileceğimiz en önemli ders şudur : Ömer SEYFETTİN, islami-gelenekçi unsurlara çok bağlı bir yazar olmasına rağmen islamiyetin gericilikle hiç bağdaşmadığını çok iyi bilen ilerici, aydın ve vatansever bir yazardı ve bu yüzden de yazdığı öykülerde ulusal uyanış unsurlarına sıkça yer veriyordu.

Lütfen, genç mülazım Ömer SEYFETTİN’in 1909 yılında cep defterine yazdığı notlarında ıstırap duyarak bahsettiği zihniyet ile cumhuriyetimizin ilk yıllarında Yedeksubay Öğretmen Kubilay’ı Menemen’de şehit eden zihniyetin aynı zihniyet olduğunu, bağımsızlığımızın aziz şehitlerimizin kanlarıyla kazanıldığını, cumhuriyetimizin bin bir türlü zorluğu aşarak kurulduğunu unutmayalım. Unutmayalım ki bu vatan, bu cumhuriyet, ay yıldızlı bayrağımız, bu topraklar bizim, hepimizin.

Sağlıcakla kalın.

Analık (Ya da Üvey Ana)

Çocuklu bir erkekle evlenerek onun ikinci eşi olan kadının, ne kadar iyi niyetle davranmaya çalışırsa çalışsın, kocasının ilk eşini kıskanacağı ve bunun hıncını ilk eşin hiçbir günahı olmayan çocuklarından çıkartacağı dünya psikoloji literatüründe kanıtlanmış bir gerçektir ve üvey ana her zaman kendi çocuklarını ön planda tutarak kayıracaktır.

Çocukken pek çoğunuzun Kemalettin Tuğcu’nun romanlarından okuduğunuzu tahmin edebiliyorum. Bu kitapların çoğunda, halk arasında “analık” tabir edilen üvey analara sıkça yer verilmiştir. Gerçek hayatta olduğu gibi, romanlarda geçen üvey anaların da çoğu bizlere kötü karakter olarak tanıtılır. İçlerinde iyileri çıksa da, genelde istisnalar kaideleri bozmazlar.

Rahmetli Yıldırım Gürses’in bir şarkısında dediği gibi “kadın erkeksiz, erkek kadınsız olmaz”. Doğanın kanunudur bu. Eşi ölen, veya anlaşamadığı için eşinden boşanan kadın veya erkeğin, bir başkasıyla evlenerek hayatına yeniden bir düzen vermesi kadar normal bir şey olamaz.

Toplumumuzda genelde erkekler çalışmakta, kadınlar evde oturmaktadır. Erkek sürekli evin dışında olup, çocuklarla pek haşır neşir olmadığından, genelde kötü damgası yemiş üvey babalara pek rastlamayız.

Çoğunlukla üvey annelerin kötü damgasını yemelerinin birinci nedeni, doğanın acımasız olan ikinci kanunudur. Evlendiği erkeğin, daha önceki eşinden olan çocukları hor gören kadın, içten içe eski eşi kıskanmakta, hele bir de kendi çocuğunu veya çocuklarını doğurduysa, analık içgüdüsüyle kendi çocuklarını kayırarak öteki (nin) çocuğunu ya da çocuklarını ezmektedir.

Doğanın bu katı kanunu nedeniyle bir daha ikinci kadınla (üvey anneyle) birinci kadının çocuklarının yıldızı asla barışmaz, barışamaz. Evin içinde olan bu psikolojik harpten ise babanın ya hiç haberi olmaz ya da olsa bile üvey annelerine “anne” demekten çekinen çocuklarını potansiyel suçlu olarak gördüğü için onların kulaklarını çekerek konuyu hallettiğini düşünür. Malum, anne varken babanın bir gözü, yokken iki gözü de görmezmiş.

Çocuklu bir erkekle evlenerek onun ikinci eşi olan kadının, ne kadar iyi niyetle davranmaya çalışırsa çalışsın, kocasının ilk eşini kıskanacağı ve bunun hıncını ilk eşin hiçbir günahı olmayan çocuklarından çıkartacağı dünya psikoloji literatüründe kanıtlanmış bir gerçektir ve üvey ana her zaman kendi çocuklarını ön planda tutarak kayıracaktır.

Anne (ilk eşi) varken bir gözü görmeyen erkekler, ikinci evliliğinizi gerçekleştirdikten sonra gören diğer gözünüzü iyi açın ve çocuklarınıza iyi bakın. İki gözünüz de görmemeye başladığında iş işten çoktan geçmiş olacaktır. Unutmayın...

Geçmişiyle Yaşayan Adam

Geçmişinde yaşadığı olayın, doğru ya da yanlış olduğunu yargılamayı hiç düşünmedim. Çünkü tarih onu çoktan yargılamıştı. Önemli olan, onun kendi anılarına sahip çıkmasıydı.

Geçmişiyle, saçları ve yorgun yüzüyle geride bıraktığı 60 küsur yılın bütün yorgunluğunu bedeninde taşıdığını hissedebiliyordunuz. Kendisiyle bir tesadüf sonucu tanışmıştım. Adı Erol Ege’ydi. İlk duyduğumda bu isim kulağıma hiç de tanıdık gelmemişti.

Bir arkadaşıyla ortak aldıkları, eski ve küçük bir tekneyi, İzmit Körfezi’nin güneyinde karaya çekmişler, adam etmeye çalışıyorlardı.

Bir gün bana açılarak kendisini anlattı. 1963 yılında Kara Harp Okulu II nci sınıfında, yani o yıllarda Harp Okulları iki yıl olduğu için son sınıfında öğrenciymiş. Az sonra anlatacağı olay olmasaymış, o sene mezun olup teğmen çıkacakmış. 21 Mayıs 1963 tarihinde Kara Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir’in ihtilal komitesinde yer almış ve bastırılan ihtilal sonrasında diğer ihtilal üyeleri gibi yargılanarak hapis cezası almış ve Harp Okulu’ndan atılmış. Hapis cezasını çektikten sonra değişik yerlerde çalışmış, bir süre Sydney’de kalmış ve sonra emekli olmuş.

İzmit’li olduğunu söyledi. Bu yüzden, kürkçü dükkanı misali İzmit’e dönmüş. Zamanının büyük bölümünü arkadaşıyla birlikte teknelerini onarmakla geçiriyorlardı. Ara sıra karşılaştıkça oturup konuşuyorduk. İyi bir dinleyici olduğum için sürekli harbiye yıllarını anlatıyor, anlattıkça da sanki o günleri tekrar yaşıyordu. Aradan geçen uzun yıllara rağmen Kuleli’de ve Harbiye’de aldığı hiçbir eğitimi ve arkadaşlarının adlarını unutmamış, unutamamıştı.

Velhasıl, hoş bir insandı Erol Ağabey. O günlere bir daha dönemeyecek olsa bile, acı tatlı anılarıyla geçmişine saygı duyuyordu. Kendisiyle barışıktı. İnsanları, yaşamayı ve eğlenmeyi seviyordu.

Zaman zaman karşılaşıyor, bazen de uzaktan onun teknelerine gidişini izliyordum. Düşünüyorum da, eğer geçmişe geri dönebilmek mümkün olsaydı ve Erol Ağabey okuldan atılmasaydı, belki de bugün çok farklı bir konumda ve ortamda yaşıyor olacaktı. Ve, belki de ben onu hiç tanıma imkanı bulamayacaktım.

Geçmişinde yaşadığı olayın, doğru ya da yanlış olduğunu yargılamayı hiç düşünmedim. Çünkü tarih onu çoktan yargılamıştı. Önemli olan, onun kendi anılarına sahip çıkmasıydı.

Seni tanıdığım için memnunum Erol Ağabey. Sait Faik’in dediği gibi “bir insanı sevmekle başlar her şey”. Dilerim en kısa sürede bana anlattığın düşünü gerçekleştirir, anılarını bir kitapta toplarsın.

Bekliyorum.

Gerçeküstü Fantastik Öykü : "TÜNEL"

Şimdi tren yolunun makas ayırımındaydı. Ya sola, liman tarafına dönecek, ya da yolu kısaltmak için tünelin içinden geçmeyi tercih edecekti. Çocukken korktuğu için asla bu tünelin içinden yalnız geçmezdi; ama şimdi yetişkin bir insandı ve Bentbaşı Mahallesi’nde oturan babaannesinin evine daha çabuk gitmek için kısa olan yolu, tüneli tercih etti.

Yolcu otobüsü Altıyüzevler’i geçmiş, Bandırma Otogarı’na yaklaşıyordu. Bursa Tıp Fakültesi’ne muayene olmaya gitmişti. Oturduğu koltuktan dikkatlice çevresine bakındı:
-“Hiç de çocukluğumun geçtiği yerlere benzemiyor” diye düşündü.
Yolun sağı solu evlerle dolmuştu, hatta fabrikalar bile vardı.
Otobüs otogara girdiğinde içini büyük bir heyecan kaplamıştı. Kendisine göre iki gün önce, ama gerçekte otuz yıl önce verdiği sözü yerine getirmeliydi. Her şeyin umduğu gibi olmasını diledi.
-“Otuz yıl mı?” diye geçirdi içinden ve dudaklarında garip bir gülümsemeyle “Galiba deliriyorum ya da her şey bir rüyadan ibaretti” diye düşündü. Henüz 29 yaşındaydı.
-“Oysa ben o zaman daha doğmamıştım.”
* * *
29 yaşındaki genç adam, bugün yaşadığı deneyimi düşünerek dalgın bir şekilde Bandırma’nın Aşağı İstasyon denen semtinden tünel istikametine doğru yürüyordu. Çok değil, daha bir saat önce ölümle yüz yüze gelmişti; neredeyse boğuluyordu.
Ağustos sıcağından bunalmış ve çocukken ağabeyi ile sık sık takıldığı, Bandırmalıların Yeşil Fener dediği mendireğe gitmişti. Küçükken midye çıkartıp, taşların üzerine koydukları bir teneke üzerinde bu midyeleri pişirirler ve açılan kabukların arasından o mis gibi kızarmış midye etini çıkartarak yerlerdi.
Çocukluğunun geçtiği bu yerde anılarını tazelerken, eskiden sık sık yüzdükleri iki dok arasına bakmış,
-“Acaba gene aynı mesafeyi yüzebilir miyim?” diye düşünmüş, sonra sağ kolunun dirseğine bakmıştı.
-“Sakın beni mahçup etme ha...”

* * *
Sağ kolunun dirseği bir kaza sonrasında kesilmişti. Yıllar önce atılan üç tane metal pensin izi hala duruyordu.
Yeşil Fenerde, kayaların başladığı yerdeki son beton bloktan balıklama denize atladıktan hemen sonra, karşı dokta bulunan beton bloklara doğru kulaç atmaya başlamıştı. Ne var ki, yıllar önce kesilen sağ koluna, tam da karşı bloklara 15-20 metre kala kramp girmiş, sol koluyla da kulaç atamamaya başlamıştı.
Betonların üzerinde güneşlenen gençler boğulmak üzere olduğunu fark edip denize atlamasalar ve dışarıya çıkartmasaydılar çoktan ölmüş olacaktı. Bir süre betonun üzerinde soluklanıp gençlere tekrar tekrar teşekkür ettikten sonra, ağır ağır yürüyerek Yeşil Fenere dönmüş, elbiselerini yarım saat önce bıraktığı yerden alarak giyinmişti.
* * *
Şimdi tren yolunun makas ayırımındaydı. Ya sola, liman tarafına dönecek, ya da yolu kısaltmak için tünelin içinden geçmeyi tercih edecekti. Çocukken korktuğu için asla bu tünelin içinden yalnız geçmezdi; ama şimdi yetişkin bir insandı ve Bentbaşı Mahallesi’nde oturan babaannesinin evine daha çabuk gitmek için kısa olan yolu, tüneli tercih etti.
Güneşin kavurucu sıcağından sonra tünelin içi çok serin gelmiş, tüneli tercih ettiğine sevinmişti.
Tünelin öbür ucuna doğru yürürken tam ortada, yerden tavana kadar yükselen bir duman kütlesi farketti.
-“Herhalde birileri tünelin içinde bir şeyler yaktı” diye düşündü. Dumanın içinden geçerken vücudunun karıncalandığını hissetmişti.
Az sonra tünelden çıktı. “Karşı yolda yürürsem, önce Sunullah Mahallesine, oradan da Pazartesi Pazarı’na geçerim” diye düşündü.
Yoldan karşıya geçerken bir gariplik olduğunu farketti. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı ama, ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu.
Bir süre yürüdükten sonra o garipliğin ne olduğunu fark etti. Çevresindeki her şey çok farklıydı; burası bildiği mahalle değildi. Evler eski ve tek katlıydı; yol ise asfalt değildi. Az ileride küçük bir bakkal gördü, camına yaklaştı. Önce içeriye bir göz attı ve tezgahın üzerinde bir gazete gördü : “Hakikat.”
-“Benim bildiğim Bandırma’nın iki gazetesi var. Birisi “Gerçek”, diğeri ise “Gürses”. Bu gazeteyi hiç duymamıştım, yeni mi yayınlanmaya başladı acaba?” diye sesli bir şekilde düşündü.
Bakkal, içeride bulunan başka bir müşteriyle ilgilenirken “Hakikat” gazetesini tezgahın üzerinden alarak şöyle bir göz gezdirdi ve birden gazetenin tarihi dikkatini çekti : “21 AĞUSTOS 1961.”
-“1961 mi? Ama olamaz, biz 1991 yılındayız. Bu gazete otuz yıl öncesine ait. Ben 1962’de doğdum. Bu gazete ben doğmadan bir yıl önce basılmış.”
İçerideki müşterinin dışarı çıkmasını bekledikten sonra bakkala yaklaştı :
-“Afedersiniz bayım, size bir şey soracağım” dedi. “Bu gazete yeni mi?”
-“Tabii ki” dedi bakkal, “gazete bugüne ait.”
-“Ama... Ama, bu imkansız” dedi genç adam. “Yani biz şimdi 1961 yılında mıyız?”
-“Git işine kardeşim, başına güneş mi geçti?”dedi bakkal, biraz kızgınca.
-“Benim başıma güneş filan geçmedi bayım. Belki size saçma gelecek, belki de beni deli sanacaksınız ama ben 1962 doğumluyum ve deli de değilim. Eğer biz 1961 yılındaysak, benim de henüz doğmamış olmam lazım. Yaşım 29 ve gördüğünüz gibi yetişkin bir insanım.”
-“Bak kardeşim, dalga geçeceksen git başkasını bul. Benim işim gücüm var, şimdi seninle uğraşamam.”
-“Ama ben sizinle dalga geçmiyorum. Bunu size kanıtlayabilirim. Bakın bu nüfus kağıdım; İşte bakın doğum tarihi 5 Temmuz 1962 yazıyor.”
-“Ver bakayım. Evet 1962 yazıyor ama, ya nüfus memuru doğum tarihini yanlış yazmışsa. Duyduğuma göre böyle hatalar sıkça olurmuş.”
-“İnanınki size doğru söylüyorum. Ben 1962 doğumluyum ve 1991’de yaşıyorum. Nasıl oldu bilemiyorum ama bir şekilde zaman içinde yolculuk yaparak geçmişe geldiğimi sanıyorum. Ne olur inanın bana.”
-“İnanmak mı? Zaman içinde yolculuk mu? Ben böyle bir şeyin olabileceğine ihtimal vermiyorum.”
-“Bakın, ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, ben yaşadığım zamana geri dönmek zorundayım. Mutlaka bir yolunu bulup bunu gerçekleştirmeliyim.”
-“Sen öyle diyorsan...” dedi bakkal, bir yandan da “Nereden buldu bu deli beni? Çattık belaya” diye düşünüyordu.
-“Dinleyin” dedi genç adam. “Benim size bir önerim var. Size arkasında adım, soyadım yazan bir fotoğrafımı vereyim, onu saklayın. Bir yolunu bulup kendi zamanıma gidebilirsem otuz yıl sonra sizi burada ziyaret edeceğim. Bana inanmasanız da bu fotoğrafımı saklayın. Gelecekte size ulaşabilirsem benim deli olmadığına inanırsınız.”
Bakkalın biraz şaşkın, biraz da şüpheci bakışları altında kendisiyle vedalaşan genç adam bakkal dükkanından ayrıldı. Niye böyle olduğunu bir türlü anlayamıyor ve yaşadığı olaya bir anlam veremiyordu.

Biraz sonra ayaklarının kendisini tekrar tünele getirdiğini fark etti. Bugün içinden geçtiği duman ya da her neyse hâlâ tünelin ortasında duruyordu. Uzun uzun dumana baktıktan sonra hiç tereddütsüz tekrar tünele girdi ve dumanın içinden geçerek Aşağı İstasyon’a doğru yürümeye başladı. İçinde tarif edilemez bir ümit belirmişti.
Tünelden çıktığında liman tarafına doğru yürümeye başladı. Çevresine baktığında gördüğü binaların kendisine çok tanıdık geldiğini fark etti; hatta yanmış un fabrikası, Tekel binası bile yerli yerindeydi.
-“1991’e hoş geldin dostum” dedi kendi kendine.
* * *
Genç adam, otogardan sahile doğru yürüyerek itfaiyenin olduğu yere geldi; az sonra eski garajın yanından inerek çocukluğunun geçtiği Bentbaşı Mahallesi’ne geldi. Babaannesinin eskiden iki katlı evinin bulunduğu yerde, şimdi yükselen beş katlı binanın önünden geçti : “Ülkü Apartmanı.”
Babaannesi sağlığında evi kat karşılığı bir müteahhide vermiş, yerine aynı binadan bir daire almıştı. Aralarında yaptıkları sözleşme gereği binaya babaannesinin ismi verilmişti.
-“Rahmetli Ülkü ninem” dedi. “Kendisi öldü ama ismi hâlâ bu apartmanda yaşıyor.”
Çok değil, on dakika sonra Pazartesi Pazarı’nı geçmiş, Sunullah Mahallesi’ne gelmişti. Gözleriyle bakkal dükkanını aradı. Birden bakkalın olması gereken yerde bir market gördü : “Hakikat Market.”
İçeride, kasanın önünde 70 yaşlarında bir adam oturuyor ve karşısında ayakta duran birisiyle konuşuyordu. İhtiyarlamıştı ama işte oydu, o bakkaldı.
-“İyi günler” diyerek içeriye girdi.
İhtiyarın yanındaki adam :
-“Buyurun” dedi, “Ne istemiştiniz?”
-“Aslında ben bir şey almayacağım, amcayı ziyarete geldim.”
-“Haa, babamla mı görüşeceksiniz?” dedi marketçi. Sonra babasına seslendi :
-“Baba, bak birisi seni ziyarete gelmiş.”
İhtiyar tanımaz gözlerle baktı genç adama.
-“Tanıyamadım sizi evladım” dedi. “Beni niye arıyorsunuz?”

-“Ben şey için geldim amca, nasıl söylesem? Bundan otuz yıl önce siz burada bir bakkal dükkanı işletiyordunuz, değil mi?”
-“Doğru evladım. 15 sene önce bakkalımızı yıkıp yerine iki katlı bir bina yaptık. Gördüğün gibi burasını da market yaptık, oğlum işletiyor. Üst katta da oturuyoruz. Ben de zaman geçirmek için kasaya bakıyorum. Ama sen bunu neden soruyorsun? Aşağı yukarı sende otuzlu yaşlardasın; otuz yıl önce burada bakkal dükkanım olduğunu nereden biliyorsun?”
-“Bir düşün bakalım amcacığım; bundan tam otuz yıl önce birisi sana gelip de ben daha doğmadım, 30 yıl sonra gelip bunu ispat edebilirim dedi mi?”
-“Evladım, aradan çok uzun zaman geçti; tam olarak hatırlayamıyorum ama galiba birisiyle aramızda böyle bir konuşma geçmişti.”
-“O kişi size saklamanız için bir de fotoğrafını vermişti, değil mi?”
-“Evet, tabii ya. Şimdi iyice hatırladım, ama sen bunları nereden biliyorsun?”
-“1961 yılında sizi ziyaret eden kişi bendim de, o yüzden biliyorum.”
-“Sen mi? Ama bu nasıl olur? Ben bunun bir saçmalık, hatta bir delilik olduğunu düşünmüştüm; böyle bir şey gerçek olabilir mi?”
-“İnanınki oldu amcacığım. O fotoğrafı hâlâ saklıyor musunuz?”
-“Evet, galiba fotoğraf albümlerinden birisinin içinde olması lazım. Oğlum, yukarıdan albümleri alıp getirir misin?”
Konuşmalara bir anlam veremeyen marketçi üst kattaki evlerine çıkarak albümleri alıp, tekrar markete döndü.
Yaklaşık yarım saat kadar albümleri karıştırdıktan sonra yaşlı adam 1961 yılında kendisine verilen fotoğrafı buldu; bir genç adama bir de fotoğrafa baktı. Evet, karşısında duran kişi oydu. 1961 yılında kendisine “1991’den geldiğini ve 29 yaşında olduğunu” söyleyen adam, aradan geçen 30 yıla rağmen nasıl olup da hiç yaşlanmadan otuz yıl önceki fiziksel görünümüyle ve hââl 29 yaşında olarak karşısında durabiliyordu?
Genç adam, ihtiyar ve marketçi oğlunun şaşkın ve inanmaz bakışları arasında ;
-“Size deli olmadığımı söylemiştim” dedi.
Onların bir şeyler söylemesine fırsat vermeden marketten çıkarak yolun yukarısına doğru yürüdü. Az sonra tünelin önüne gelmişti. Upuzun, kapkaranlık bir koridor gibi duran tünel karşısındaydı işte.
Ve o duman da hâlâ tünelin ortasındaydı.
S O N
(Özgün UYSAL-05 Aralık 2001)

YEŞİLÇAM’IN EFSANE JÖNÜ: “İRFAN ATASOY”





İlk kez 1970 yılında izlemiştim Uçan Adam Shazam'ı. Aktör İrfan ATASOY'un canlandırdığı, Killing (NOT-1) karakterinin baş düşmanı, kötülerin korkulu rüyası, iyilerin dostu, kostümlü, pelerinli ve maskeli bir kahramandı Uçan Adam. İrfan ATASOY, profesörün oğlu Orhan iken, o sihirli kelimeyi, yani SHAZAM’ı söylediğinde ortalığı bir duman kaplıyor, bir anda Uçan Adam oluveriyordu. Daha sonra çizgi romanlardan hatırlayacağınız Kızılmaske Phantom rolünde izledim İrfan ATASOY'u. Beyaz perdenin siyah beyaz olduğu, renkli filmlerin tek tük oynadığı bir dönemdi o yıllar. Yılmaz GÜNEY, Yılmaz KÖKSAL, Ayhan IŞIK gibi birden bire İrfan ATASOY da Türk Sineması'nın sayılı oyuncuları arasına girivermiş, çevirdiği fantastik filmler ile sinema izleyicilerinin gönüllerinde ayrı bir yer edinmişti kendisine. Üstelik sadece oyunculukla kalmamış, senaristlik, yönetmenlik, yapımcılık, sinema işletmeciliği gibi bir çok marifeti de on parmağına sığdırmayı başarmış nadir insanlardan birisiydi.

Karikatür, çizgi roman ve fantastik sinema diye adlandırdığımız çizgi romanların sinema uyarlamalarına yer verdiğim www.ozgunuysal.com.tr.tc internet adresimde mevcut Kültür ve Sanat sitemde , artık Fantastik Türk Sineması için bir kült haline gelmiş olan İrfan ATASOY’a yer vermek için kolları sıvadım ve internette yaptığım araştırmalar sonucunda kendisine ulaşarak buluşmak üzere sözleştim.


Aşağıda okuyacağınız röportaj, İrfan ATASOY’un sahibi olduğu Beyoğlu/İSTANBUL’da bulunan İRFAN FİLM ŞİRKETİ’nde gerçekleştirilmiştir.

Yeşilçam’la senarist olarak tanıştım

ÖZGÜN UYSAL : Sayın ATASOY, bize biraz kendinizden ve sinemaya nasıl başladığınızdan bahseder misiniz?

İRFAN ATASOY : Ben, 1937 yılında Adana’da doğdum. Askere gitmeden önce Adana’da bir film şirketinde kartoncu olarak çalışıyordum. Öyle aklımda ileride izleyicilerin hayran olacağı bir aktör falan olmak yoktu.Yılmaz da (Yılmaz GÜNEY’i kastediyor) bir başka film şirketinde depocu olarak çalışıyordu. Kendisiyle olan dostluğumuzun başlaması da o dönemlere rastlar. Askere gittiğimde, birliğime bir film makinesi almışlar; kimse de kullanmasını bilmiyor. Anlayan var mı diye sorduklarında ben film makinesinden anladığımı söyledim. Artık birliğimdeki makinenin ve sinemanın sorumlusu olmuştum. Bir gün film makinesi arıza yapınca, “senin tanıdığın vardır, makineyi İstanbul’a götür de bir baktır” dediler. Görevli olarak İstanbul’a gittiğimde, daha önceden Adana’da çalışırken tanıdığım İstanbullu sinemacıların yanına gittim. Film makinesi onarılırken ben de o tanıdıklarımın yanında vakit geçiriyordum.

ÖZGÜN UYSAL : Yanlış hatırlamıyorsam, ilk senaryonuzu da bu dönemde yazmışsınız.

İRFAN ATASOY : Evet, doğrudur. Tanıdıkların şirketinde vakit geçirirken içeriye bir yönetmen ile senarist girmişti. Yönetmen, senaryoyu istediği gibi yazmadığı için senaristle tartışıyordu. Bir süre atıştılar, sonra senarist oradan ayrıldı. Yönetmene, “ağabey, istersen ben sana senaryo yazabilirim” dedim. O da hayretle “Sen senaryo mu yazıyorsun?” dedi. Adana’da bir film şirketinde çalıştığımı, şimdiye kadar hiç senaryo yazmadığımı ama bana bir daktilo ile yeteri kadar kağıt getirirse yazabileceğimi söyledim. Yönetmen, üşenmedi gitti bir daktilo ile bir sürü kağıt getirdi. Ondan sonra da senaryoyu ne şekilde istediğini tarif etti. Daktilonun başına oturdum, sabaha kadar yazdım. Ertesi gün şirkete uğrayıp senaryonun nasıl gittiğini sordu. Bitirdiğimi söyleyince hayretini gizleyemedi. Yazdığım senaryoyu alıp evine götürdü; eşiyle birlikte okuyup incelemişler. Çok duygusal bir senaryoydu. Bir süre sonra geldi ve emeğime karşılık bana yüklü bir para verdi. Bir süre sonra senaryo yazdığımı duyan diğer yönetmenler de bana gelmeye başladılar. Böylece senaristlikle gerçek anlamda Yeşilçam’a girmiş oldum.
Yılmaz Güney’le birlikte oynadığım “İnce Cumali” benim ilk filmimdir.

ÖZGÜN UYSAL : Ben sizi Killing serisi filmlerle tanıdım, daha sonra da Kızılmaske isimli filminizi izlemiştim. Sizi Türk Sineması’nda belli bir yere getiren gerçekten de bu Killing serisi filmler midir? Oyunculuğa da bu Killing serisi filmlerle mi başladınız?

İRFAN ATASOY : Askerden döndükten sonra İstanbul’a geldim ve yazdığım senaryolardan kazandığım parayla Beyoğlu’nda Atlas Sinemalarının işletmeciliğine ortak oldum. O dönemde Yılmaz GÜNEY de Adana’dan kopmuş, İstanbul’a gelmişti. Artık tanınan bir aktördü. Bu arada ben de İRFAN FİLM şirketini kurmuştum. 1967 yılıydı. Bir gün Yılmaz GÜNEY bana “İrfan, seninle birlikte memleketimiz olan Adana’da bir film çevirelim” diye teklifte bulununca uygun bir senaryo bulup oyuncuları da toparladıktan sonra hep birlikte Adana’ya giderek çekimlere başladık. Ben de ilk oyunculuk deneyimimi yaşayacaktım. Yılmaz GÜNEY’in yanında yardımcı oyuncuydum ve Cafer isminde bir karakteri canlandırıyordum. Filmin ismini de, Adana’nın o dönemlerde çok namlı olan bir kabadayısının ismi olan İNCE CUMALİ yaptık. Yılmaz, İnce Cumali’yi canlandırmıştı. Film çok iş yaptı. 1968 yılında Antalya Film Festivali’nde dört tane Altın Portakal ödülü aldı.

ÖZGÜN UYSAL : Killing serisi filmler de 1967 yapımı olduğu için ben hep sizi bu filmlerle sinemaya geçiş yaptınız diye düşünüyordum.

İRFAN ATASOY : Yok, yok. İnce Cumali’yle beyazperdeye adım attım. Aynı yıl iki tane de Killing filmi çevirdik; bu filmlerde canlandırdığım Uçan Adam karakteriyle sinemada yıldızım birdenbire parlayıverdi. Bunu inkar edemem.

Yeşilçam’da Kilink (Killing) furyasını başlatan Yılmaz Atadeniz’dir

ÖZGÜN UYSAL : (İlerleyen zaman içinde Sayın İrfan ATASOY’la birbirimize ısınıyoruz, aramızdaki resmiyet kalkıyor, ben ona “İrfan Ağabey” diye, o da bana “Özgün” diye hitap etmeye başlıyor) Peki İrfan Ağabey, bu Killing projesi nereden çıktı, bu bilgiyi de benimle paylaşır mısınız?

İRFAN ATASOY : Tabii paylaşırım. İnce Cumali filminin yapımcılığını da üstlenmiştim. En İyi Film Altın Portakalı’nı aldıktan sonra yönetmenler de ismen beni tanımaya başlamışlardı. Yönetmen Yılmaz ATADENİZ, gençliğinde çok çizgi roman okumuş, fantastik filmler izlemiş. Farklı konulara değinmek için kendisine ilham aradığı bir sırada iskelet kostümlü bir İtalyan fotoromanı olan Killing gözüne takılmış. Bir de gençliğinde izlediği Şazem Dev Adam (NOT-2) diye bir film varmış. Ben bu iki kahramanı birleştirir bir film yaparım, iyi de iş yapar diye düşünmüş. Ben, İnce Cumali ile ısındığım oyunculuğa devam etmek istiyordum, ATADENİZ de yönetmenliğin yanı sıra yapımcı da olmak istiyordu. Kendisine gerekli mali desteği verdikten sonra filmin başrolünü bana verdi. Yıldırım GENCER, film süresince yüzü hiç gözükmeyen iskelet kostümlü Killing karakterini, ben de başrol oyuncusu olarak Uçan Adam Shazam’ı canlandırdım. Yılmaz ATADENİZ, İtalyanlara telif ücreti ödememek için Killing’in adını Kilink olarak değiştirmişti. Fantastik filmler o dönemlerde çok tutuyordu, beni bir anda Türk sinemasında yıldızlaştırdı. Daha sonra diğer oyuncular da fantastik filmlere yönelince, bu sefer avantür filmlere yöneldim.

ÖZGÜN UYSAL : Killing İstanbul'da, kökeni yüzyılın başlarındaki Fransız edebiyatının mihenk taşlarından Fantoma serisine dayanan kostümlü ve maskeli anti kahraman türü ile farklı bir geleneği temsil eden ilginç bir çalışmaydı. Gerek Killing İstanbul'da, gerekse Killing Uçan Adam'a Karşı adlı film muazzam bir gişe başarısı elde edip Yeşilçam'da yoğun bir Killing furyası yaşanmasına neden olmuşlar.Ancak, unutulmuş filmlerin iz sürücülerinin bütün çabalarına karşın Killing filmlerinin önemli bir bölümü ne yazık ki bugün hala kayıp film statüsünde. Sinemaseverler, günümüzde Fanatik Video serisinden Killing İstanbul'dayı bulup izleyebilirler ancak Killing Uçan Adam'a karşı adlı filmi herhangi bir şekilde izleme olanağından hala yoksunlar. Bu filmden baki kalan yalnızca bir poster ve birkaç fotoğraf. Bir de benim hafızamda kalan, filmin sonunda Uçan Adam Shazem'in (yani sizin), Killing'i (Yıldırım GENCER’i) bir caminin minaresinden aşağıya atarak öldürmesidir. Peki, kayıp olan bu Killing Uçan Adam’a Karşı adlı filmin bir kopyası yönetmen Yılmaz ATADENİZ’de yok mudur? (NOT-3)
İRFAN ATASOY : Maalesef, onda da yok. Ancak internette filmin DVD formatında A.B.D.’de ve Avrupa’da olduğunu gördüm. Bir şekilde temin edip Türkiye’ye de getireceğiz. Bu konuda fantastik Türk filmi sevenlerden çok büyük talep var. (Sohbetimize İrfan ATASOY’un kendisiyle aynı ismi taşıyan ve 1998-1999 yıllarında Gölcük Orduevleri Müdürlüğü’nde askerlik hizmetini yapan oğlu İrfan ATASOY da katılıyor).

Yeşilçam’da Kızılmaske rolünü 1967’de ilk ben canlandırdım

ÖZGÜN UYSAL : İrfan Ağabey, sizin bir de Kızılmaske maceranız var, onu da anlatır mısınız?

İRFAN ATASOY : Tabii ki, niye olmasın. 60’lı yıllarda fantastik filmler çok tutulunca, yönetmen Çetin İNANÇ çizgi roman kahramanı Kızılmaske’nin filmini çekmek istedi. Ben de uzun boylu ve akrobatik olduğum için başrol oyuncusu olarak beni tercih etmiş. Ee, bir de Uçan Adam olarak ünlendim ya, Kızılmaske olarak beni tercih etmesinde onun da etkisi var yani.

ÖZGÜN UYSAL : Kızılmaske filmi ile ilgili olarak ilginç bir anınız var mı?

İRFAN ATASOY : Olmaz mı? Onu da anlatayım. Kızılmaske filminin çekimi esnasında benim, yani Kızılmaske’nin hareket halindeki bir trenin vagonları üzerine atlaması gerekiyor. Tren hareket etti, ben de atlamak için pozisyon aldım. Etrafta da bir sürü seyirci var. Tren tam altıma geldi ama ben “atlayışımı ayarlayamayıp vagonların arasına düşersem” diye endişelendim ve atlamaktan son anda vazgeçtim. Buna rağmen seyirciler beni müthiş alkışladılar. Kameraman “İrfan ağabey, niye atlamadın, boşu boşuna filmi yaktık” diye seslendi. Endişemi anlayan yönetmen Çetin İNANÇ “Sen koskoca İrfan ATASOY’sun, korkmana gerek yok, atla” dedi. Vagonları tekrar geri çekip sahneyi baştan aldılar. Vagonlar tam altıma geldiğinde gözümü karartıp bir atladım, vagonlardan birisinin üzerine indim. Ancak bu sefer de ağırlığımdan vagonun tavanı çöktü ve yarı belime kadar vagonun içine gömüldüm. (Birlikte gülüşüyoruz, çaylarımızı yudumluyoruz)

Fantastik Türk filmlerinin aranılan oyuncusu olmuştum

ÖZGÜN UYSAL : Fantastik filmleriniz Casuskıran ve Tolga ile devam etti, ondan sonra da avantür filmlere yöneldiniz. 1978 yılında da birdenbire oyunculuğu bırakıverdiniz. Bunun bir nedeni var mıydı? Bu arada kaç filme imza attınız? Bu bilgileri de öğrenebilir miyim?

İRFAN ATASOY : Ülkemizde çok iş yapan çizgi roman uyarlaması Amerikan fantastik filmlerinin yerli versiyonlarını çeviriyorduk. Tom TYLER’in oynadığı Kaptan Marvel’i (Şazem Dev Adam) Uçan Adam olarak, Spy Smasher’i (Casuskıran) de Casus Kıran/7 Canlı Adam adıyla canlandırdım. Yeşilçam’da Karaoğlan, Tarkan gibi tarihi fantastik filmlerin furyası başlayınca kendi şirketim adına bir TARKAN filmi çekmeye karar verdim. Kartal TİBET de, o dönemlerde KARAOĞLAN ve TARKAN filmlerinin aranılan oyuncusu olmuştu. Kartal’ı bu filmde oynaması için aradım ama artık aktörlüğü bıraktığını ve bir yönetmenin yanında asistanlığa başladığını söyleyince filmin adını TOLGA olarak değiştirip bu karakteri de beyazperdede ben canlandırdım. Yani Tarkan filmine niyet ettik ama ortaya Tolga çıktı. Avantür film furyası bittikten sonra da tamamen sosyal içerikli filmlere yöneldim. Yılmaz GÜNEY ile bir çok ortak çalışmamız oldu.

1978 yılında oyunculuğu bırakmamın nedenine gelince, 41 yaşıma gelmiştim ve yüzüm eskimeden oyunculuğu bırakmak istedim. Sinemaseverlerin beni filmlerdeki yüzümle hatırlamalarını istiyordum. En son “Rezil” isminde bir film çektim ve beyazperdeye veda ettim. Bugüne kadar 45 filmde oyuncu olarak, 3 filmde yönetmen ve oyuncu olarak, 28 filmde yapımcı ve oyuncu olarak, 16 filmde de senarist ve oyuncu olarak yer aldım. 1978 yılında sinemaya ara vererek tamamen yurtdışından film ithalatına yöneldim. Sinemadan kopmadım; işletmeci olarak hep Yeşilçam’dayım.

ÖZGÜN UYSAL : İrfan Ağabey, beyazperdeye veda etmişsiniz ama gene de sinemadan kopamamışsınız. İrfan Film Şirketi olarak yurtdışından film ithal ediyorsunuz ama bir yandan da sinema işletmeciliği yapıyorsunuz.

İRFAN ATASOY : Evet, bu konuda haklısın. Sinema camiasının içinde olmak beni mutlu ediyor. 60’lı yıllarda işletmeciliğine ortak olduğum Atlas Sinemalarını aldım, şu anda hem sahibi hem de işletmecisiyim. Ayrıca, Bakırköy’de Chaplin Sinemalarının ve Kadıköy’deki Broadway Sinemalarının da işletmeciliğini yapıyorum.

ÖZGÜN UYSAL : 2005 yılında, Adana 12 nci Altın Koza Film, Kültür ve Sanat Festivali’nde “YAŞAM BOYU ONUR ÖDÜLÜ” aldınız. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

İRFAN ATASOY : Türk seyircisi kendisine sinemada belirli mesajlar veren sanatçıları unutmuyor, böyle ödüllerle onurlandırıyor. Festival kapsamında bir arabanın içinde kortej geçişi yaparken Adanalılar “İrfan ATASOY!” diye hararetle beni alkışlarlarken, kızlarımın “babacığım, senin kızın olduğumuz için gurur duyuyoruz” demeleri benim için en büyük ödül olmuştur.

ÖZGÜN UYSAL : İrfan Ağabey, ben size sağlık ve mutluluk dolu günler diliyorum; Türk sinemaseverler sizi asla unutmayacaklardır. Ben buna bütün kalbimle inanıyorum, siz de inanın.

Tam dört saat süren röportajın ardından ATASOY’un kızları Zeynep ve Elif, oğlu İrfan ile vedalaşıyorum. İRFAN FİLM’in bürosundan çıkıp İrfan ATASOY ile birlikte ATLAS Sinemalarına doğru sohbet ede ede ilerliyoruz. İstiklal Caddesi’nin paralelinde, Gazeteci Erol Dernek Sokağı’ndayız. Tesadüf bu ya, yolda İrfan ATASOY’un bir çok fantastik filme birlikte imza attıkları yönetmen Yılmaz ATADENİZ ile karşılaşıyoruz, bir süre ATADENİZ ile ATASOY sohbet ediyorlar, ben sessizce onları dinliyorum. Sanki bir şeyler söylesem büyü bozulacak, Yeşilçam’ın bu iki dev adamı bir rüya gibi ortadan kaybolacaklar gibi geliyor bana. Bir süre sonra iyi günler dileyerek ATADENİZ’in yanından ayrılıyoruz.

İzmit’e dönüş

ATLAS Sinemalarını da gezdikten sonra İrfan ATASOY ile birlikte İstiklal Caddesinin kalabalığında Taksim’e doğru konuşa konuşa yürüyoruz. Nezaket göstererek Taksim’e kadar beni uğurlamaya geliyor.
Taksim’de sarılıp vedalaşıyoruz, gözlerimiz doluyor.

-“İstanbul’a geldiğin zaman mutlaka tekrar bana uğra, gelmezsen darılırım” diyor.

Türk Sineması’nın kalbinden, hüzünlü bir şekilde ayrılıyorum ve birkaç saat sonra İzmit’e doğru hareket ediyorum.
İRFAN ATASOY’UN OYUNCU OLARAK FİLMLERİ (45 FİLM) :

İnce Cumali (1967), Killing İstanbul'da (1967), Şark Yıldızı (1967), Killing Uçan Adam'a Karşı (1967), Casus Kıran (1968), Kızıl Maske (1968), Bin Defa Ölürüm (1969), Çifte Tabancalı Kabadayı (1969), Maskeli Şeytan (1970), Casus Kıran / Yedi Canlı Adam (1970), Belanın Kralı (1971), Her Kurşuna Bir Ölü (1971), Jilet Kazım (1971), Azrail (1971), Azrail Peşimizde (1971), Beş Hergele (1971, Cehenneme Hoşgeldin (1971), Kara Cellat (1971), Kanlı Öç (1972), Ölmek Var Dönmek Yok (1972), Savulun Geliyorum (1972), Üçkağıtçılar (1972), Kara Bela (1972), Şehmuz (1972), Darağacı (1972), Acı Kader (1972), Adanalı Kardeşler (1972), Casus Avcıları (1972), Dağlar Kralı (1972), İblis (1972), Ölür Müsün Öldürür Müsün (1972), Ölüm Peşimizde (1972),Son Durak Ölüm (1972), Susuz Yaz (1973), Kara Osman (1973), Zalim (1973), Topal (1973), Anasının Gözü (1974), Quei Paracul... Pi Di Jolando E Margherito (1975), Gördüğün Yerde Vur (1975), Tolga (1975) , Hamal (1976), Erkeğim (1977), Rezil 1978.

YÖNETMEN OLARAK FİLMLERİ (3 FİLM) :

Üçkağıtçılar (1972), Sütü Bozuk (1976), Erkeğim (1977)

YAPIMCI OLARAK FİLMLERİ (28 FİLM) :

İnce Cumali (1967), Balatlı Arif (1969), Çirkin Kral Affetmez (1967), Kan Su Gibi Akacak (1969), Çifte Tabancalı Kabadayı (1969), Bin Defa Ölürüm (1969), Kendi Düşen Ağlamaz (1969), Casus Kıran / Yedi Canlı Adam (1970), Canlı Hedef (1970), Çifte Yürekli (1970), Kanımın Son Damlasına Kadar (1970), Piyade Osman (1970), Yedi Belalılar (1970), Yarın Son Gündür (1971), Belanın Kralı (1971), Beş Hergele (1971),Kara Cellat (1971), Kurşun Memed (1971),İblis (1972), Susuz Yaz (1973), Topal (1973), Anasının Gözü (1974), Yankesici (1974), Tolga (1975), Hamal (1976), Sütü Bozuk (1976), Erkeğim (1977), Rezil (1978),

SENARYOLARINI YAZDIĞI FİLMLER (16 FİLM) :

Kan Su Gibi Akacak (1969), Kendi Düşen Ağlamaz (1969), Kara Bela (1972), Casus Avcıları (1972), Darağacı (1972), Ölüm Peşimizde (1972), Son Durak Ölüm (1972), Üçkağıtçılar (1972), Topal (1973), Zalim (1973), Anasının Gözü (1974), Dört Hergele (1974), Yankesici (1974), Hamal (1976), Mikrop (1976), Rezil (1978)
NOTLAR :

NOT-1 : 1964 yılında İtalya'da çizgi roman kahramanı olarak KRİMİNAL adı ile yaratılan iskelet kostümlü süper caninin ismi, fotoromana dönüştürüldükten sonra KILLING olarak değiştirilmiştir. KRİMİNAL ve KRİMİNAL II adı ile iki kez İtalyan-İspanyol ortak yapımı olarak beyazperdede canlandırılan KILLING, Fransa'da SATANIK, Amerika'da ise SADISTIK adıyla tanınmaktadır.

NOT-2 : "Marvel Comics" firması tarafından yaratılan ve daha sonra "DC Comics" firmasına geçen çizgi roman karakteri Kaptan Marvel, ilk kez 1941 yılında Tom TYLER tarafından beyazperdede canlandırıldı. Kaptan Marvel, "SHAZAM" kelimesini söyleyerek kendisine verilen insanüstü güçlere kavuşuyordu. 1950 yılında Yüksel Film (Adana) tarafından ithal edilen "Kaptan Marvel'in Maceraları" isimli film ülkemizde "Şazem Dev Adam" adı ile gösterime girmişti. SHAZAM kelimesi SOLOMON (Kral Süleyman), HERCULES (Herkül), ATLAS, ZEUS, ACHILLES (Komutan Aşil) ve MERCURY kelimelerinin baş harflerinden oluşuyordu. KAPTAN MARVEL Kral Süleyman'dan "BİLGELİK", Herkül'den "GÜÇ", Atlas'dan "DAYANMA GÜCÜ", Zeus'dan "YETENEK", Aşil'den "CESARET" ve "MERTLİK", Merkür'den ise "HIZ" özelliklerini almıştı. Bu karakter Türkiye'de 1967 yılında aktör İrfan ATASOY tarafından beyazperdeye taşındı. Her ne kadar Yönetmen Yılmaz ATADENİZ biraz Kaptan Marvel, biraz Batman, biraz da Superman kostümlerinin karışımından oluşan bir kıyafet tercih etse de THE POWER OF SHAZAM'ın (Şazem'in Gücünün) ortaya çıkardığı özel kostümlü UÇAN ADAM SHAZAM karakteri, hem değerli aktör İrfan ATASOY'u Türk sinemasına kazandırdı, hem de Türk sinema tarihinde hiçbir zaman unutulmayacak bir konuma oturttu.

NOT-3 : Ne mutlu ki bana, “Kilink Uçan Adam’a karşı” adlı kayıp filmin izini sonunda “YOU TUBE” adlı sitede bulabildim. Kısa bir fragman olsa bile, fantastik Türk filmleri tutkunlarını mutlu etmeye yetiyor. Filmin orijinali Yunanlı ONAR Film Şirketi’ndeymiş. Şirket 2006’nın sonunda bu filmi Türkiye’de de DVD formatında piyasaya sürdü.

Sanatçı Özgün Uysal Kenger Dergisi'nin konuğuydu




KENGER Dergisi’nin 2008 yılına ait 3 ncü sayısında, Değirmendere’de ikamet eden, Anadolu Karikatürcüler Derneği Üyesi, Gazeteci-Yazar, Karikatür ve Çizgi Roman Sanatçısı Özgün Uysal ile yapılan bir söyleşi yayınlandı.






Kocaeli’nde yaşayan Vartolular tarafından kurulan “Kocaeli Vartolular Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği” tarafından yayımlanmakta olan KENGER Dergisi’nin 2008 yılına ait 3 ncü sayısında, Değirmendere’de ikamet eden, Anadolu Karikatürcüler Derneği Üyesi, Gazeteci-Yazar, Karikatür ve Çizgi Roman Sanatçısı Özgün Uysal ile yapılan bir söyleşi yayınlandı.
Kocaeli Varto-Der Başkanı Gündüz Işık tarafından gerçekleştirilen ve sohbet ortamında geçen söyleşide, Uysal’ın çocukluğundan askerlik yaşantısına, çizgilerinin yayınlandığı gazete ve dergilerden çizgi romanlarına kadar bir çok konuya değinildi. KENGER Dergisi’nde iki tam sayfa olarak yayınlanan söyleşide, Özgün Uysal’ın birbirinden ilginç karikatürlerine de yer verildi.



DENİZ ASTSUBAY OKULLARI ÖĞRENCİLERİ, 43 YILDAN BERİ BENİM TASARIMIM OLAN ŞAPKA KOKARTINI KULLANMAKTALAR

Tüm kuvvetlere ait askeri öğrencilerin şapka kokartlarında Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil eden  ve yukarı doğru baktığı için bağımsız bir...